Yurdumun kadınları için ağıt

07 Mart 2021 Pazar

Ambulans gecenin içinde çığlıklar atarak hastane kapısında durdu. Bakıcılar koştular. Sedyede bir kadın yatıyor. Başındaki yemeni yana kaymış, yüzünden kan çekilmiş, bu kadın ölmek üzere. Bu kadın ölecek. Onu ameliyat masasına aldılar. Nöbetçi doktorlar kanamayı durdurup kadını kurtarmak için karnındaki çocuğu alacaklar. Hazırlanıyorlar. Her şey hazır. Kadın ameliyat masasında solgun bir yüzle yatıyor. Çevresinde olup bitenden habersiz. Telaşlı ayak seslerini, aletlerin mekanik gürültüsünü duymuyor. Doktorlar çocuğu alacaklar, kadının kurtulması gerek. Her şey hazır. İğne. Hastabakıcı, kadının damarını arıyor. Buldu. Kadın gözlerini açıyor. Tepedeki lambayı tanıdı. Gene masada. Hayır! Kalkmaya çalışıyor. Hali yok, başı düşüyor. Can havliyle genç doktoru kolundan yakalıyor. Ölü bir sesle “Kurbanın olam doktor” diyor. “Bırak ben öleyim, sen çocuğu yaşat. Bu sefer oğlan, rüyasını gördüm, oğlan.” Doktorun elini tutan eli gevşiyor. Bayılıyor. Her şey boşuna. Bu kadın kan kaybından ölecek. Çocuğuyla birlikte ölecek. Öldü. Doktorlar masada bırakıyorlar kadını. İçlerinden biri kendi kendine mırıldanıyor: “Kadının içine doğmuş, çocuk erkekti.”

Ressam Semiha Berksoy’un ‘Annem ve Ben’ adlı tablosu.

Ölüm kâğıdı bütün kâğıtlar gibi soğuk. Ölüm kâğıdında Sevgül adlı bir kadın doğdu, kırk yıl yaşadı, öldü” diyor. Ölüm kâğıdı ne bilir? Kâğıtlar ne bilir? Bir kâğıt parçasında kaldı şimdi Sevgül. Bir kâğıt parçasında... Sevgül doğduğunda kâğıda geçmedi. “Ne gerek var” dediler. “Bir kız alt tarafı.” Okula gitmedi. “Ne gerek var, kız kısmı okumaz” dediler. On beşinde babası köyden Kars’a geldi. Kendini düşünde zengin olmuş gördü. “Olurum, neden olmasın” dedi. “Bakkal dükkânı açmalı bu işi için” dedi. O zaman gözü Sevgül’ü gördü. Sevindi yetişkin kızı olduğuna. Sevgül gelin oldu. O gün bakkal dükkânına naylon kâğıda sarılmış şekerler, renkli gazozlar geldi. O gün Sevgül kâğıda geçti. İlk yıl doğurdu. Kız oldu. Çok üstüne varmadılar. “Daha yolu var. İkinci erkek olur” dediler. İkinci yıl yine kız doğurdu. Yüzü asıldı kocasının. Arada iki çocuk daha doğurdu, biri öldü, öbürü yaşadı, ikisi de kız. Sevgül kederlere büründü. Kocası kızdığında “Kancık anası” dedi ona. Komşular, “Kancık anası” dediler. Sevgül, bir akşam kocasının ayaklarını yuvarken yalvardı: “Bir başka kadın al getir evimize, bir çocuğu olsun, oğlan olsun, kendi öz çocuğum gibi bakarım, yap bana bu iyiliği.” Kocası sözünü tuttu Sevgül’ün. Eve yeni gelin geldi. 

Gelin yatağını Sevgül serdi. Dua etti, “Gelin tez elden doğursun, bir oğlan olsun” diye. Kuma doğurdu. Kız doğurdu. Sevgül lanetler okudu ona, dövdü, kapı önüne koydu. Sevgül “Buranın toprağı bereketsiz” dedi, “Komşular kötü” dedi. “Büyük şehirde her derdin bir çaresi varmış” dedi. İstanbul’a geldiler. İstanbul’da Sevgül temizliğe gitti, gebe kaldı, düşürdü. Temizliğe gitti, gebe kaldı düşürdü. Kocası “Bir kancık daha doğurdu” dedi. Doktorlar “Ölürsün, yeter artık” dedi. Doktorlar doğum kontrol hapları verdi. Sevgül onları sakladı, gebe kaldı. “Hep bu oğlandır” dedi. Yirmi ikinci kez gebe kaldığında da “Bu oğlan” dedi. Oğlan olduğunu bilerek öldü. Kocası yakındı ardından: “Dokuz kancıkla ben ne yaparım?”

İri, kara gözlerini yüzüme dikmiş Zilşan, hiç konuşmuyor. Kavruk yüzünde kara gözleri capcanlı. Hiç konuşmadan öylece bakıyor. Zilşan konuşmaz. Bütün söylenenleri duyar, sözcükleri bilir ama konuşamaz. “Zilşan neden hep susar ana?” “Hâşâ.. Zilşan’a konuşmak düşmez. Konuşmak ona caiz değildir.” “Neden?” “Çünkü Zilşan’ın alnı kara damgalıdır, Zilşan’a konuşmak düşmez.” “Çok ağır bir ceza bu, ne yaptı?” “Zilşan ağır yük taşır omuzlarında. Ağır bir yük. İki ölünün yükünü. Zilşan’a gayri konuşmak düşmez. Zilşan konuşamaz!” “Suçunu söyle anam, suçunu...” “Gelinim Zilşan. Gelinim. Kara damgalı gelinim. Zilşan konuşamaz. Kara toprak bile onun kara damgasını silmez. Zilşan kan bedeli, iki babayiğit can oğlumun. İki oğlumun. Ha Zilşan, ha kapımızdaki it. Zilşan konuşamaz, Zilşan...” Zilşan başını eğmiş. Zilşan sessiz. Zilşan sabahtan akşama dek tarlada. Zilşan geceleri kocasının koynunda, taş gibi. Zilşan bir kez olsun kocasına sımsıcak sarılmadı, bir kez olsun çocuklarını adıyla çağırmadı, bir kez olsun ağız dolusu gülmedi. Bir kez olsun yaşamı üstüne düşünmedi. Yalnızca geceleri el ayak çekildiğinde ağlar. Hıçkırıklarından kimse uyanmasın diye başını yastığa sımsıkı gömerek.

-Hele koşun kızlar, karılar, Süreyya delirmiş! 

Evin kapısında oturmuş Süreyya. Bu ad ona neden verilmiş bilinmez. Radyonun köye ilk geldiği zamanlarda İran Şahı ile karısı Süreyya’nın aşkına imrenen biri takmış olmalı. Süreyya başına toplanmış çocuklara, kadınlara boş gözlerle bakıyor. Saçları darmadağın, giysileri yırtılmış. Uzaklarda bir yere dikmiş gözlerini, hiç durmadan yineliyor: “Şu gelen yârim midir?” “Vah zavallı” diyor çevresindeki kadınlardan biri, “Zavallı dayanamadı artık.” “Kolay mı kardeş yedi yıl. Erkeksiz, bir başına yedi yıl yaşamak kolay mı?” “Yılda bir ay. Sonra tek başına kıvrıl yat. Buz keser insan, buz!” “Para hırsı bürüdü erkeğinin gözünü gitti. Alamanyalara. Artık parası olsa ne çare, kadın gitti elden, gitti!” “Çocukları çekin ortalıktan çocukları!”

Süreyya oturmuş kapının eşiğinde, uzaklara bakıp yineliyor: “Şu gelen yârim midir?” Alacakaranlık çökmüş. Süreyya hâlâ oturuyor kapıda. Yorgun başını taşlara yaslamış, usul usul kendi kendine sesleniyor: “Şu gelen yârim midir?”

Not: Yarın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Kendime ve kız kardeşlerime ağıtlar yakılmadığı bir dünya diliyorum.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Alay ettiler... 7 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları