Korkuyorum!

12 Ağustos 2012 Pazar
\n

\n\n\n

Günlerdir korkuyorum, sevdiğim kentler, o kentlerdeki dostlarım için korkuyorum. Al Gözüm Seyreyleyi okuyanlar bilir, bir yıl içinde en az bir kez Urfaya, Mardine, Hakkâriye ya da Vana gitmezsem kendimi Kâbeye gitmemiş gibi hissederim. Halfeti ya da Midyat dendi mi, benim bavul anında hazırdır.

\n

Korkuyorum, sevdiğim kentlerin üstünde gene kara bulutlar dolaşıyor, gene Kürt-Türk hepimizin figüran olduğu, bir korku filminin ilk kareleri oynamaya başladı ve ucu görülmeyen karanlık bir dehlizde hep birlikte ilerliyoruz. Belleğim bana birbiri ardına hep aynı görüntüleri, hep aynı sözleri anımsatıyor. Geçen yıl haziran ayında her disiplinden pek çok sanatçı İstanbul-Hakkâri-Van Sanat Köprüsü nedeniyle Hakkâri’deydik. Ben orada film atölyesi yapıyordum. Konumuz gökyüzüydü. Öğrencilerimin arasında liseyi yeni bitiren bir genç vardı ve kendi gökyüzünü anlatmaya başladı.

\n

Gece basıp ay çıktığında, çocukluk günlerimden beri peşimi bırakmayan o korku, gelip beni bulurdu. Işık yakmazdık, bu o zamanlar en tehlikeli şeydi. Ben o karanlıkta evin büyük odasının pencere kenarında bulunan sedirine uzanır, perdeyi hafifçe aralayarak gökyüzünü seyrederdim. Aysız geceler çok karanlık olurdu ama ayın çıktığı, hele de Sümbül Dağının tam tepesinde kocaman olduğu zamanlar, ortalık gündüz gibi aydınlanırdı. En tehlikeli zamanlardı. Dağda yaşayan herkes açık hedef olurdu ve ben gökyüzüne bakar, kendime hikâyeler uydururdum. Bu hikâyelerde hep, hiç görmediğim deniz kıyısı olurdu. Ben deniz kıyısında oturur zamanın geçmesini, güneşin denizle birleşmesini beklerdim ve inanırdım ki, o anda yeryüzü şenlik olacak ve asla, bir daha asla silah sesi duyulmayacak.

\n

Öğrencim, bunları anlattıktan sonra susmuştu. Atölyedeki herkes susmuştu, çok şükür ki, çok şükür ki, silah sesleri bu sessizliği bozmamıştı.

\n

O bir zabıtaydı ve ilk anda davranışlarındaki garipliği anlamak olanaksızdı. Yanınıza gelip bir süre konuştuktan sonra, onun yaşam içindeki tüm dengelerini yitirdiğini anlıyordunuz. Bir hikâye anlatmaya başlıyordu ama hikâyenin ne başı ne sonu vardı. Sonra birden susup dikkatlice size bakıyordu, sanki tanıdık birini görmüştü hem de en ummadığı bir zamanda, sonra başı önünde gözleri dolu dolu yanınızdan uzaklaşıyordu.

\n

O kızını dağlarda kaybetmiş bir babaydı. Hikâyesini dinleyince neden hep Onur, insanın mayasıdır cümlesini yinelediğini anlamıştım. O evlat yitirmenin acısının yanı sıra başka bir acıyı, bir utancı gölgesi gibi hayatı boyunca yanı başında sürükleyecekti. O kente getirilen, ölü kızının cenazesine sahip çıkamamıştı. Bu evlat, bu gencecik kara kaşlı, kara gözlü kız benim canım diyememişti. Korkmuştu.

\n

Karı-koca öğretmendiler, altı yaşlarında bir kız çocukları vardı. Sanat Köprüsü nedeniyle kente gelecek tiyatroyu günlerdir bekliyorlardı. İşte bir rüya gerçekleşmiş, gazetelerin, dergilerin bir gün sonra okunduğu Hakkâriye tiyatro gelmişti. O gece en güzel giysilerini giydiler, anne kızının saçlarını özenle ördü, kendi diktiği pembe kısa kollu giysiyi öperek koklayarak kızına giydirdi. En çok onun adına seviniyordu, kendisi tiyatroyu ilk kez öğretmen okuluna gittiği günlerde görmüştü, kızı şanslıydı işte, şeytanın bacağını kıracaklardı. Karı koca ve kızları tiyatronun oynayacağı öğretmen evinin bahçesine geldiler. Havuzun yanındaki masaya oturdular. Sahne bahçenin tam orta yerine kurulmuştu, birer çay ısmarlayıp beklemeye başladılar, bahçe yavaş yavaş doluyordu, herkes heyecanlı, herkes mutluydu. Ama o da ne; oyunda dekorun bir parçası olan, kasap dükkânlarının kapısına asılan bir sinekliğin aynısı, renklerinden ötürü resmi kurumlarca tehlikeli bulunmuş ve (sineklik) tutuklanmıştı. Ve oyun oynanmayacaktı. O zaman kızının saçlarını özenle ören genç kadın isyan etti: Neden insana dair her güzel şey onlara yasaktı!’’

\n

Neden?

\n

Korkuyorum, sevdiğim kentler için, ülkem için, kendim için korkuyorum. Çünkü herkes gibi ben de biliyorum, oralarda o güzelim topraklarda silahların susması bazılarının işine gelmiyor. Onlar için etnik köken, kültürel miras, insan hayatı önemli değil, onlar ellerindeki rantın gitmesini istemiyorlar, pembe elbiseli kızın tiyatroyu altı yaşındayken görmesini de.

\n

Onlar korkuyu istiyorlar.

\n

\n\n



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları