Feridun Andaç

Bahçe, portakal çiçekleri yaseminler

22 Ekim 2024 Salı

Yağmur bekleyen gözlerimde andız kokusuyla gelen sızı var. Oysa, bu mevsimde, buralarda çoğunlukla portakal çiçeklerinin kokusuyla başınız dönerdi. Bir de gecenin beklenmedik anında yasemin kokusunu alıp getirdi efil efil esen rüzgâr odanıza. 

Bunu özlemek istemiyordum nedense! 

Boşluk duygusuyla burukluğu taşıyan bir aşk öyküsünü okumaya vermiştim kendimi. Bildiğiniz gibi değildi elbette. Neden derseniz; Hannah Arendt ile Martin Heidegger’in o tutkulu, ezgin, bir kadar da aykırı aşkına doğru bir yolculuğa çıkmıştım. 

Bir insanı “hayatınızın tutkusu” kılabilir misiniz? 

Peki, bunun için ne yaparsınız? 

Kendinizi mi verirsiniz ona! Yetmez mi? Yer yurt mu değiştirirsiniz! Bu da mı yetmez? Öyleyse onun için bir bahçe kurmaya verin kendinizi derim. Uzak kalsanız, beklenmedik bir anda onu kaybetmenin acısını içinizde dindirebilmenin en iyi yolu budur sanki! 

Arendt dedim, Heidegger’in onun gönlünü çaldığı yaşlara döndüm bir anda. Öğretmen-öğrenci aşkının tutkusunu bilen bilir. Ama bu denli sarsalayıcısına pek az rastlanır bence! Filozofumuz henüz Varlık ve Zaman’ı tamamlamamıştır. Ama öyle ki “uyarıcı bir güç” olarak birbirinin yaşamına zenginlik getirirler. Ne kader ne de keder vardır orada, çalışmanın, tutkuyla yol almanın dışında... 

Başlayan ve süren o tutkulu aşk bir süre sonra koşulların gücüyle solgunlaşsa da yitmeyen bir şey vardır aralarında: Düşünsellikle gelen duygu bağı. 

Bahçeye dönüyorum. Kaskatı olmuş toprağı canlandırmak için ellerimle dokunuyorum yüzeyine. Biliyorum ki; çapa gerek ama önce su; nemlenmeli toprak. Yağmuru beklemek boşuna. Ardından bel küreğiyle toprağı kabartmak. Yaban otlarından ayıklamak, havalandırmak... Zakkumların, taflanların, defnelerin suyunu çoğaltmak, çeperlerini açmak gerek. Bekleyen zeytin ağaçlarına yer açmak, nar ve limon için zamanını beklemek kaçınılmaz sanki! 

Gene de kurulan, bir zaman sonra terk edilen bahçenin rengi, kokusu geliyor usuma. Buruk, ezgin kalmamak için yeni bir bahçe kurmaya kendimi veriyorum. 

Biliyorum ki adanmışlık her bir şeyi yeşertir. Bir de aşılamak... 

İnsan yaşamda hayal kırıklıkları yaşasa da nefret ve öfke kuyularına düşmemelidir. Bunun ne denli tüketici, kör bir yalnızlık yaşatabileceğini görmelidir. Bunun için ille de o karanlığa gitmesi gerekmez. 

Belki de bahçeye yüzümü dönmem, bana daha çok şeyi hatırlattığı için bunlarla uğraşmaya, yani didişmeye, hatta öyle ki karalar bağlamaya hiç mi hiç vaktim olmuyor. Dertlenmek bana göre değil. Bunu umursamamak olarak da almamalı. 

Arendt, o kaos ortamından çekip gitmişti. Heidegger ise Nazilerin sunduğu rektörlüğü kabullenmiş, gidip Nazi partisine de üye olmuştu. 

Gidenlerin kalanların her bir öyküsü farklıdır elbette. Ne gideni kınamalı, ne de kalana öfkelenmeli. 

Hayal kırıklığı dediğimiz şey işte o kırılma/kopuş anlarında başlar. İnsan insanın kurdudur dedikleri şey de bir virüs gibi gelip ruhumuzu kemirir. Ben gene de buna fırsat vermemek için toprağa dönün derim, ağaçlara, çiçeklere, bilcümle doğa canlısına... 

Portakal çiçeklerinin kokusunun ardına düşün, yaseminlerin getirdiği o efsunlu auranın varlığını hatırlayın. Ve kendinize bir bahçe kurmayı deneyin öylesi ânlarda sevgili okurum. 

Ve şairin şu dizeleri de dilinizde düşmesin derim: 

“günler geçer ve çalışır şafağın değirmeni 

kim bilebilir ki kim neyin eskittiğini 

ben ne kadar önemserdim kendimi hay allah 

sen ne kadar kumraldın aynalarda hay allah 

temmuz tam bu işe göredir bana kalırsa 

gel bağışlayalım birbirimizi” 

(Turgut Uyar

(*) Hannah Arendt/Martin Heidegger: Bir Aşkın Anatomisi, Elzbieta Ettinger, Çev.: Pınar Kür, 1996, Oğlak Yay., 151 s.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları