Doğan Satmış

Cezaevi minibüsünde yüksek topuklu kız

05 Aralık 2015 Cumartesi

Silivri Cezaevi’nin önünde, “Umut Nöbeti” tutuyorum. Elimde, cezaevinin önündeki karavandan bozma, güneş enerjisi ile ısıtılan iki büfeden birinden aldığım, “2’si birarada” kahve var, kâğıt bardakta.
Büfeci, kahveyi alırken sordu, “Suyunu tam mı koyayım, yarım mı?”
“Suyu tam koy” dedim ama merak ettim: “Yarım koymak nasıl oluyor?”
“Bazıları, kahvenin tadını tam almak için, suyu yarım istiyor” dedi.
“Hımm” dedim. “Ben kahveyi yarım tadıyla içeceğim o halde.”
O sırada, bir minibüs yanaşıyor büfelerin önüne. Zaten orası aynı zamanda cezaevlerine halkı taşıyan minibüslerin ve otobüslerin son durağı.
Minibüsten önce, 10-12 cm’lik yüksek topuk uzanıyor. “Allah! Allah! Bu kadar iddialı ayakkabı giyen kim ola ki?” diye bakıyorum.
Kısa boylu genç bir kız çıkıyor. Çok güzel değil, ama iddialı. Saçları kuaförden yeni çıkmış. Ucuz ama yakışan giysileriyle minibüsle tezat oluşturuyor. Hemen arkasından da sırayla yaşlı annesi ve babası iniyorlar. Onlar da, karavan büfenin önündeki plastik sandalyelere oturuyorlar.
Kızın o yüksek topuk ile minibüs ve otobüslerin ezip çamur deryasına çevirdiği alanı geçip cezaevi içindeki 200 metrelik taş döşeli yola nasıl geçeceğini düşünüyorum.
O sırada, Silivri Kampusu’nun önündeki ilköğretim okulunun teneffüs zili çalıyor. Arkasından sınıflarından boşalan çocukların sesleri. Okulun hemen yanında ise, yarıaçık cezaevi binası var ve onun bahçesinde, tahliye için gün sayan mahkûmlar volta atıyorlar.
Çocuklarla bu yaşlı başlı mahkûmlar arasındaki mesafe 100 metreyi geçmez... Neyse ki aralarında tel örgüler var ve binaların konumu gereği birbirlerini göremiyorlar.
Bir vatandaş nöbet tuttuğum plastik sandalyeye yanaşıyor, “Abi yapacak bir şey var mı? İsterseniz, bizim mahalledeki gençleri çağırayım” diyor. Yüzünde, enlemesine burnunu da kesmiş bir bıçak izi var. Belli ki ölümden dönmüş.
“Sağ ol birader” diyorum, bizim eylem tek kişilik, “Umut Nöbeti, başkasına gerek yok.”
Bir ara sıkılıp cezaevi içinde, halka açık yerlerde dolaşıyorum. Mahkûm ürünlerinin satıldığı dükkâna giriyorum, nöbet süresini doldurmak için. Demode kösele ayakkabılar, tablolar, çiniler, deri çantalar, kemerler var.
G.Saray logolu oltu taşı tespihlere bakarken, muhabir arkadaşım “Merakın var mıdır abi?” diye soruyor. “Hayır” diyorum, tespihle görünmek karizmayı çizer çünkü.
Durağa, nöbet yerine yöneliyorum yeniden.
Yeni gelen bir minibüsten inen yaşlıca bir kadın, koştura koştura ziyaretçi binasına yürüyor, geçenlere dikkat bile etmiyor, kim bilir kime yetişmeye çalışıyor.
Can Dündar ve Erdem Gül’ü göremiyorum. Örgüt üyeliğinden, casusluğa pek çok iddia var ve eğer bunlar doğru olsa, Can Dündar’ı James Bond filmlerinin Bond’u, Erdem Gül’ü ise Görevimiz Tehlike filmlerinin Ethan Hunt’ı saymak gerekir.
Oysa biliyorum ki, ikisi de sadece ve sadece gazeteci.
Ve nöbet bitiyor, Silivri’den ayrılıyorum. Can Dündar ve Erdem Gül ile tutuklu diğer gazeteciler ve öteki mahkûmlar, Silivri’de birbirlerini göremeden hücrelerinde adalet bekliyorlar.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Volkan nasıl patladı? 21 Haziran 2016

Günün Köşe Yazıları