Zeynep Oral
Zeynep Oral zeynep@zeyneporal.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

Yeniden merhaba

09 Eylül 2021 Perşembe

Sevgili okurlar,

Eşim, yoldaşım, omuzdaşım Ahmet Oral’ı (Ahmedimi) yitirince, acımı sizlerle paylaşmış; izin isteyip yazılarıma ara vermiştim.  

Bugün “Yeniden merhaba” diyorum. Daha doğrusu demeye çalışıyorum.

O gün bugün ölüm üzerine, yas üzerine, elime ne geçirdiysem okumaya çalıştım. (O gün bugün ne çok değeri yitirdik. Hepsine vefa borcum baki.) Uzmanlar, psikologlar, psikiyatrlar beni bağışlasın ama yasın beş evresi teorisi üzerine ahkâm kesenlere sinir oldum.

Yasın beş evresi mi?

İsviçreli psikiyatr Elizabeth Kübler Ross’un 60’lı yıllarda çok satan kitabı “Ölüm ve Ölmek Üzerine” çıktı çıkalı, herkes yasın beş evresinden söz eder oldu. 

Bilmeyenler için özetleyeyim: Beş evre şöyle:

  • İnkâr, 2) Öfke, 3) Pazarlık, 4) Depresyon, 5) Kabullenme.

Bu beş evre öyle popüler oldu ki Hamlet’in bir türlü eyleme geçemeyişi, Ofelya’nın intiharı, Antigone’nin baba ve bağımsızlık sevdası, Oidipus’un kaderi dahi bu evrelerle açıklandı. Günümüz sineması bol bol yararlandı bu beş evreden. İlk akla gelenler Kubrick’ın “Space Odysee” ve Bob Fosse’nin “All That Jazz” filmleri... Modern sanat alanında Damien Hirst, bu beş evrenin İngilizce ilk harflerinden oluşan DABDA (denial, anger, bargaining, depression, acceptance) başlıklı bir dizi resim yapıp milyarlar kazandı...

Benim tepkim ise “Beş evre mi dediniz? Hadi oradan, ne beş evresi, bir milyon beş yüz bin evre” demek oldu.  

ÖLMEK KOLAY, YA YAŞAMAK?

Günümüzde, yaşamakta olduğumuz Covid salgınına tepkilerimizi bile bu beş evreyle açıklamaya çalışanlar var... Ben yasımı yaşarken o beş evreyi, hele yukarıdaki sıralamayı hiç tanımadım. 

Hazırlıklı olsak da doğumlar gibi ölümlerin doğallığına inansak da yokluğun yarattığı boşluğu hiçbir şey dolduramıyor. Tıpkı Nâzım Hikmet’in “Hoş Geldin” şiirinde dediği gibi “Kesilmiş bir kol gibi omuz başımızda” o boşlukla kalıveriyoruz. Ve herkes kendi yasını kendince yaşıyor. 

O gün bugün, yaşamaya çalışırken hayatın çaresi nedir diye sorarken yakaladım kendimi... Yaşamak, ölmekten bin kat daha zor, daha meşakkatliydi. Ölümün çaresi var. Ya yaşamın?

O gün bugün yangınlarla seller arasında gidip gelirken... 

Irkçılıkla mülteci akını arasına savrulurken... 

Hoyratlık, açgözlülük, güç ve para hırsıyla doğa ve hayat yok edilirken...

20 yılda yedi eğitim bakanı değiştirip, öğrenim yerine cehaleti, liyakat yerine kayırmayı yücelirken... Ve her alanda tüm referansları dinselleştirirken...

“Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok” açıklamasını; sahteliği çoktan ispatlanmış davalarla 80 yaş üstü generallerin hapse tıkılmasını; yargının ceza ve intikam aracı olarak kullanılmasını lanetlerken...

Bir de baktım kişisel yasımla, toplumsal yasımı birbirinden ayıramaz olmuşum... 

YÜRÜYELİM   

Kendi yasımla baş etmeye çalışırken toplumsal yasımı nasıl dindirecektim?

Çocuklara, torunlara, dostlara sarılarak... “Allah bu acıyı unutturmasın”, “sıralı ölüm” dileklerine sığınarak... Gözyaşının tuzunu denizlerin tuzuna katarak... Acıyı rüzgârlara haykırarak...

Halil Cibran’ın “Hatırlamak, bir buluşma biçimidir” sözünü kucaklayarak... Aşkı hiçbir şeyin yok edemeyeceğine inanarak...  

Sonra bir de baktım yanmış bir kütükten yeşil bir fidan uç vermiş... Gönlümüzün sultanları, Atatürk’ün kızları bize sevinç üzerine sevinç yaşatmış... Orada bir çocuk gülümsemiş... Burada bir ışık karanlığı yarmış... Bugün 9 Eylül, dudaklarıma “İzmir’in dağlarında çiçekler açar” yerleşivermiş...   

Gerisini sizler anladınız işte!

Hoş geldin” şiirinin sonunu anımsayın: “Dinleyip diyecek çok. Fakat uzun söze vaktimiz yok. YÜRÜYELİM...”

Öyleyse... Haydi, yeniden merhaba... Omuz başımda o... Haydi yürüyelim...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları