Sadık Çelik
Sadık Çelik sadik.celik.gorus@gmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

İtalya’dan Türkiye’ye, dünden bugüne “âlemin kralları”: külhanbeyi, kabadayı, mafya, çete, organize suç örgütleri, yargının bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü

04 Ekim 2024 Cuma

Mafya, devletin zayıf düştüğü her yerde devreye girer ve toplumsal boşlukları doldurarak hem siyasi hem ekonomik güç kazanır. İster Amerika'daki Al Capone dönemi olsun, ister Sicilya'daki Cosa Nostra, bu suç örgütleri, devleti zaaflarından vurup kendi kurallarını dayatarak hem ekonomik hem de siyasi güç kazanır. Devletin ulaşamadığı bölgelere sızarak halk üzerinde baskı kurar ve toplumsal düzeni kendi kurallarıyla yönetmeye başlarlar. Bu dinamik, Amerika’dan İtalya’ya, Orta Amerika’ya, Kolombiya’ya kadar dünyanın pek çok yerinde geçerliliğini korumuştur. Bir suç imparatorluğu her zaman zayıf devlet mekanizmalarından, yasaların yetersizliğinden ve toplumsal çaresizlikten beslenir.

Mafya, sadece silahla değil, aynı zamanda para ve siyasetle büyür; "Paranın izini takip et, gerçeği bulursun" anlayışı burada da geçerlidir. Her büyük suç imparatorluğu ekonomik ve siyasi gücünü artırarak varlığını sürdürür. İtalya’da olduğu gibi Türkiye’de de benzer dönemlerde mafya örgütlerinin etkisini görmek mümkündür. 

Sokaktaki külhanbeylikten kabadayılığa, oradan da mafyalaşma sürecine ve çeteleşmeye geçiş yaşanmıştır. Dündar Kılıçlar, Oflu İsmail, Kürt İdris gibi isimler, ilk başta mahalle kabadayıları olarak anılsalar da, 1970'lerin sonu ve özellikle 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte bu kabadayılık düzeni mafyalaşmaya evrilir. Bu süreçte devletle iç içe geçen bir yapı oluşur ve mafya, devlete dayalı bir düzenin parçası haline gelir. 80'ler boyunca bu düzen, daha örgütlü bir hale gelirken, emniyet ve güvenlik güçleriyle kurulan bağlantılar suçluların işlerini kolaylaştırır. Özellikle kumarhaneler, gece kulüpleri, fuhuş ticareti, uyuşturucu, silah ve sigara kaçakçılığı gibi alanlarda haraç, racon kesme ve yasa dışı ticaretler bu dönemin karakteristik özellikleri olmuştur.

Bu dönemde, devletin bazı kademelerinin organize suç yapılarıyla iş birliği yaptığı iddiaları gündeme gelir. Mahalle arasındaki bir kumarhane ilçedeki emniyet müdürüne yahut karakol amirie haracını verir, onlar da faaliyete göz yumar… Bu dönemde Şükrü Balcı gibi isimlerin mafyayla olan yakın ilişkileri sıklıkla gündeme gelmiştir… 

Yine Dündar Kılıç, Oflu İsmail ve Kürt İdris gibi isimler, 60 ve 70'lerde büyük şehirlerin hazine arazilerine çöker, bu arazileri satarken gecekondulaşma sürecini de yönlendirirler. Bu süreçte özellikle İstanbul'un çeşitli bölgelerinde araziler yağmalanır ve gecekondulara dönüştürülür, bu durum şehirlerin hızlı büyümesi ve düzensiz yapılaşmasında büyük rol oynamıştır.

İşte bu yapı zamanla daha uluslararası bir boyuta taşınmış, uyuşturucu kaçakçılığı üzerinden uluslararası suç ağlarına bağlanmıştır. 70'ler ve 80'lerde Türk mafyasının İtalyan mafyasıyla olan bağlantıları, özellikle uyuşturucu, silah ve sigara kaçakçılığı ticaretinde kendini gösterirken, bugün bu ilişkilerin gücü azalsa da etkileri hâlâ hissedilmektedir. Hatta artık bu ilişkiler okyanus ötesine taşınmış, Orta Amerika, Kolombiya, Venezüella gibi ülkelere doğru da açılmıştır.

(Özellikle 1970'lerde Bulgaristan üzerinden yapılan silah ve sigara kaçakçılığı, bu dönemde büyük bir öneme sahipti. O dönemde Türkiye'de gençlerin birbirine kırdırılması için kullanılan silahların büyük bir kısmı bu yolla sağlanıyordu. Sağ ve sol görüşlü gençler birbirine kurşun sıkarken, silahları dağıtanlar ise aynı kişilerdi. Türkiye, bu acı dönemlerden geçerek 12 Eylül darbesine doğru sürüklendi.)

80'lerin sonunda namuslu ve dürüst bir devlet adamı olan Saadettin Tantan, özellikle İstanbul'daki mafyatik yapılara karşı mücadeleye girişmiştir, onların canını okumuştur. Ancak, mafya yapıları bu baskılar karşısında pes etmeyerek kendilerini daha üst düzey ilişkilerle güçlendirmeye çalışmış ve organize suç yapıları daha karmaşık hale gelmiştir. Uyuşturucu ticareti, beyaz kadın ticareti bu yapılar arasında büyük bir pazar haline gelirken, mafyanın çeteleşme süreci hız kazanmıştır. Tantan’ın sert mücadelesine rağmen, çeteleşen yapılar varlığını sürdürmüş ve hatta uluslararası boyutta yeni suç ağlarına eklemlenmiştir. 

Uyuşturucu ticareti, gemi ve uçaklarla yürütülen uluslararası bir boyuta ulaşmış, organize suç yapıları bu süreçte devletin farklı unsurlarıyla iş birliği yaparak faaliyetlerini sürdürmüştür. Çeteleşmenin simgeleri haline gelen Alaattin Çakıcı, Sedat Peker, Sedat Şahin ve Sarallar gibi isimler bu dönemde daha da güçlenmiştir. Daha farklı bir yapıda olsa da Adnan Oktar'ın da yönettiği suç örgütü, bu tür yapılanmalar arasında yer alıyordu.

Bu dönemde suç örgütlerine karşı düzenlenen operasyonlarla anılan dürüst ve namuslu polis müdürlerinden bir diğeri Adil Serdar Saçan da, özellikle bu çetelerle mücadelede yürüttüğü çalışmalarla tanınmıştır…

İtalya'da yıllarca süren mafya egemenliğinin 1990'larda nasıl zayıflatıldığına dair verilen mücadele, Türkiye gibi ülkelerdeki adalet reformlarına da ışık tutacak nitelikte önemli dersler içeriyor.

Mafya, İtalya'nın toplumsal yapısına kök salmış derin sosyolojik dinamiklerle gelişmiş bir olgudur. Güney İtalya’nın kültürel kodları ile uyumlu bir şekilde, devletin eksik kaldığı alanlarda mafya kendine meşru bir zemin buldu. Devletin yerine getirmesi gereken birçok fonksiyon, yerel ve bölgesel düzeyde mafya tarafından dolduruldu. İnsanlar, yargının dağıttığı adaletten memnun olmadığı için, zamanında adalete ulaşamadıklarından dolayı, -çünkü geç gelen adalet hiçbir zaman gerçek bir adalet değildir-  kestirme yol olarak çetelere, mafyaya başvurdu. Bu, mafyanın hem toplum nezdinde hem de devlet nazarında kabul görmesine neden oldu. (Birçoğumuz, mafya deyince “Godfather / Baba” filmini izlediğimizde aklımıza gelen, güçsüzü güçlüye karşı, fakiri zengine karşı koruyan bir toplumsal örgüt düşüncesine kapılırız. Ancak gerçek, bu romantik yaklaşımdan çok uzaktır. Mafya, toplumu korumaktan ziyade kendi çıkarlarını koruyan, devletin eksik bıraktığı adaleti suistimal eden ve güçsüzleri daha da zayıflatan bir sistem inşa eder.) 1980’lere, 90’lara kadar bu düzen sürdü; mafya hem sosyal hem ekonomik hayatın vazgeçilmez bir parçası haline gelmişti. Özellikle Sicilya, Palermo, hatta Roma ve Floransa bölgeleri, mafyanın hesaplaşma alanlarıydı. Ancak bu yapı sonsuza kadar sürdürülemezdi. Toplumsal değişimlerle birlikte, mafyanın içindeki kurallar ve ilişkiler de çözülmeye başladı.

1990'lar, mafyanın zirveden düşüşe geçtiği yıllar olarak tarihe geçti. İtalya’da adaletin sağlanmasında büyük rol oynayan namuslu yargıçlar, mafyaya karşı amansız bir savaş başlattı. Özellikle Giovanni Falcone ve Paolo Borsellino gibi savcılar, mafyanın korku imparatorluğuna son vermek için hayatlarını ortaya koydular. Ancak mafya, bu cesur yargıçları hedef aldı. İtalya'da 1971 ile 1992 yılları arasında tam 24 hakim mafya tarafından öldürüldü.1992’de Falcone ve Borsellino’nun katledilmesi, İtalya’da derin bir yara açtı.

Ama bu aynı zamanda büyük bir uyanışı da beraberinde getirdi. Halkın mafyaya karşı verdiği destek, sivil toplumun organize olmasıyla daha da güçlendi. Sokaklarda yüz binlerce insan adalet talebiyle yürüdü. Bu hareketin en önemli aktörlerinden biri, Libera gibi sivil toplum örgütleriydi. Halkın kararlılığı, sadece gösteri ve eylemlerle sınırlı kalmadı; aynı zamanda devletin ve yargının da suçla mücadelede kararlılık göstermesi için baskı unsuru haline geldi. Suç örgütlerinin kökünü kazıma sürecinde halk desteği, adaletin tesisi için en büyük itici güç oldu. Çünkü irade ve kararlılık ancak halkın güvenini ve desteğini arkasına alan bir devletle sürdürülebilir hale gelir.

Devletin mafyaya karşı aldığı önlemlerle birlikte, mafya gruplarının gücü ve meşruiyeti büyük ölçüde azaldı. 1990’larda yürürlüğe giren anti-mafya yasaları, mafya yapılanmalarını köşeye sıkıştırdı. Sicilya’da Cosa Nostra gibi grupların mal varlıklarına el konulması, mafyanın ekonomik gücünü kırdı. Örneğin, 1993’te Cosa Nostra lideri Toto Riina’nın tutuklanması, mafyanın prestijini sarsan en büyük olaylardan biriydi. Artık mafya siyasilerle akşam yemeklerinde buluşan değil, tabiri caizse saklanacak delik arayan bir yapı haline gelmişti.

İtalya’da mafya ve siyaset arasındaki ilişkilerin derinliği, yıllar boyu adaletin bağımsız işlemesini engelleyen önemli bir unsurdu. Özellikle Berlusconi dönemi, mafya ile siyasetin iç içe geçtiği bir dönem olarak tarihe geçti. Berlusconi döneminde bazı hakimlere tahsis edilen polis eskortlarının kaldırılması gibi olaylar, bu ilişkilerin yansıması olarak görüldü. Mafyanın gücü, devlet mekanizmalarındaki zayıflıklar ve adaletin siyaset üzerindeki etkisiyle perçinlendi. O dönem, birçok siyasetçinin mafya ile bağlantısı, hukukun işleyişini zayıflatıyor ve adaletin bağımsızlığına gölge düşürüyordu. Bu zayıflık, İtalya’da yıllarca mafyanın güçlenmesine izin verdi, ta ki Zeytin Ağacı Hareketi (L’Ulivo) ve solcu hükümetlerin gelmesiyle bu durum tersine dönmeye başlayana dek.

Zeytin Ağacı Koalisyonu, İtalya’da 1996 yılında Romano Prodi liderliğinde kurulmuş bir siyasi hareketti ve bu dönemde mafya ile mücadelede önemli adımlar atıldı. Sol eğilimli bu hükümet, yargının üzerindeki siyasi baskıyı hafifletmeye ve adaleti işlevsel hale getirmeye çalıştı. O zamana kadar, sağcı hükümetler mafya ile yakın ilişkiler içinde olduğu için yargı bağımsız işleyemiyor, savcıların mafya ile mücadelesi sınırlı kalıyordu. Ancak, Prodi döneminde yargı üzerindeki siyaset gölgesi kalkmaya başladı ve savcılar mafyaya karşı daha aktif bir mücadeleye girişebildi. Bu süreç, İtalya’nın AB reform taleplerine uyum sağlama çabasının da bir parçasıydı; çünkü AB, İtalya’nın hukuk sistemini güçlendirmesi gerektiğini vurguluyordu.

Zeytin Ağacı Hareketi'nin iktidara gelmesiyle birlikte, İtalya'da yargı daha bağımsız hale geldi ve mafya karşıtı operasyonlar yeniden ivme kazandı. Her ne kadar Maxi Trial (1986-1992) ve Sicilian Vespers Operasyonu (1992-1998) gibi büyük davalar Zeytin Ağacı döneminden önce başlamış olsa da, bu dönemde söz konusu operasyonlar, mafya yapılanmalarına karşı yürütülen en önemli süreçler arasında yer aldı. Zeytin Ağacı Hareketi ile birlikte siyaseti namuslu insanlar yönetmeye başladığında, mafya kaçacak yer arar hale geldi ve mafya ile mücadelede somut başarılar elde edildi.

Tüm bu süreç, Türkiye'deki mevcut duruma da ışık tutuyor. Bugün Türkiye'de de yargının bağımsızlığı tartışmalı hale gelmiş durumda. Siyasi otoritenin yargı üzerindeki etkisi, adaletin tarafsız dağıtılmasını engelliyor. İtalya'da olduğu gibi, Türkiye'de de siyasi güçler yargının işleyişine müdahale ettiği sürece, adaletin tam anlamıyla sağlanması zor.

İtalya’da mafyanın güçlenmesi, siyasetin toplumsallaşamamasıyla yakından ilgiliydi. Devlet, halkın taleplerine kulak veremeyince mafya, toplum içinde kendine yer buldu ve güç kazandı. Devletin gücündeki asıl erozyon, suç örgütlerinin kamu görevlilerinden zımni destek alması ve toplumda meşruiyet kazanmaya başlamasıyla ortaya çıkar…  İtalya’da da böyle oldu. Ne zaman ki siyaset onurlu, dürüst insanların eline geçti ve halkın isteklerine daha duyarlı hale geldi, o zaman mafyaya karşı somut bir direniş doğdu. Adalet mücadelesi güçlendi, sivil toplum harekete geçti ve sonunda mafyanın kökleri kazındı. 

Türkiye’nin de ciddi bir adalet mücadelesine ihtiyacı var. Aksi takdirde, ülkenin hukuk düzeni, Orta Amerika ülkelerine benzer bir kayma yaşamaya mahkum. Adaletin zayıfladığı, toplumun güveninin sarsıldığı bu eğik düzlemin sonu, toplumun her kesimini olumsuz etkileyen bir istikrarsızlıktan ötesi değil. 

TOPLUMUN ADALETE OLAN GÜVENİNİ KİM İNŞA EDECEK?

Türkiye'deki adalet manzarasına bakarken, İtalya’yı hatırlamamak mümkün değildi. 

İtalya’da siyaset toplumsallaşmadığında, mafyanın nasıl kök saldığını gördük. Bugün Türkiye’de de benzer bir tabloyla karşı karşıyayız. 

Candan kardeşler ve Polat'lar gibi isimler, göstermelik bir süre hapiste kaldıktan sonra, ucunun başka yerlere ulaşmasından korkularak olsa gerek, toplumun vicdanını sızlata sızlata serbest bırakılıyor.

Şehit edilen polis kızımız Şeyda Yılmaz... Katili 26 suçtan sabıkalı ve buna rağmen elini kolunu sallayarak sokakta dolaşabiliyordu… 

Diyarbakır’da hunharca katledilen Narin kızın olayı ülkedeki adalet krizinin bir başka örneğiydi.

Kadınlar sokaklarda cinayete kurban gidiyor, gazeteciler tehdit ediliyor, dövülüyor, sporcular ayaklarından vuruluyor… 

Sinan Ateş cinayeti davasında yaşananlar… Tetikçi Özyağcı, gazetecilere adliye koridorlarında silah işareti yaparak gücünü nereden aldığını gözler önüne seriyor. Yine dava duruşmasında verilen arada, kararı beklerken Sinan Ateş’in ablası Selma Ateş’e yapılan yumruklu saldırı… Yargıya olan güvenin ciddi şekilde sarsıldığını gösteren endişe verici olaylar. 

Tüm bu pervasızlık, suçluların kendilerini dokunulmaz hissettiklerini ve bir yerlerden “güç aldıklarını”, dolayısıyla da adaletin işleyişinde önemli zafiyetlerin bulunduğunu göstermiyor mu?

Ayrıca bu davada açıklanan karara göre 11 sanığa hapis cezası verildi, bu sanıklardan beşi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Ancak Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş’in, burada yapılan yargılamada ayakçılar yargılandığını, cinateyin azmettiricilerinin hala elini kolunu sallayarak dışarıda dolaştıklarını söylemesi, gerçek sorumluların adalet önüne çıkarılmadığına işaret ediyor.

Ne olursa olsun, Sinan Ateş davası, toplumsal kamuoyunun ağır baskısıyla, toplumun yüksek duyarlılığıyla ve muhalefetin güçlü bir şekilde ayağa kalkmasıyla hız kazandı. Kılıçdaroğlu'nun konuyu sahiplenmesi ve davada ısrarcı olması da bu süreçte etkili oldu. Ayrıca, Erdoğan'ın Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş’e verdiği sözün de etkisiyle, dava olağanüstü bir hızla sonuçlandı ve tetikçilere ağırlaştırılmış cezalar verildi. Ancak Ayşe Ateş’in de belirttiği gibi, esas azmettiricilerin henüz yargılanmaması, kamuoyunda adaletin tam anlamıyla sağlanmadığı algısını kuvvetlendiriyor. Keşke tüm davalar bu hızla sonuçlansa ve aynı zamanda tam adalet de sağlanabilse…

Türkiye’de adaletin işleyişi, bir davanın ülkenin yöneticileri tarafından, muhalefeti tarafından ya da kamuoyu baskısıyla mı mümkün olacak? Her bir davanın bu denli ilgiyle takip edilmesi mi gerekiyor? Adalet mekanizmasının bu denli baskıya ve ilgiyi gerektirmeden, sistematik olarak hızlı ve adil şekilde işlemesi esastır. Gerçek adalet, kamuoyu baskısı veya siyasi destek olmaksızın, her vatandaş için aynı hız ve titizlikle çalışabilmelidir.

Türkiye’de yargıya olan güvenin sarsılmasının temel sebeplerinden biri, hukuki süreçlerin yavaş işlemesi ve suçluların adalet önünde hesap vermekten kaçınabilmesi. İnsanlar, bir haksızlığa uğradıklarında, adalete başvurmaktan çekinir hale geliyorlar çünkü mahkemelerdeki süreçlerin uzun sürdüğüne, davaların yıllarca sonuçlanmadığına ve bu durumun mağduriyetlerini daha da derinleştirdiğine inanıyorlar. Suç işleyenler ise yargının yavaş işleyişinden faydalanarak, "ver mahkemeye!” diyerek meydan okuyorlar. Suçlular, yargı sürecini manipüle edebileceklerini, yıllar süren davalar sonucunda ceza almaktan kaçınabileceklerini düşünüyorlar. Bu güvensizlik, sıradan vatandaşın adalete ulaşamama korkusunu büyütüyor.

Adaletin zamanında tecelli etmemesi, bir ülkenin yargısına olan güveni temelden sarsar. Güçlü olanlar için adalet bir kalkan haline gelirken, mağdurlar haklarını arayamıyor, çünkü yargıya başvurmaktan korkuyorlar ya da sonuç alacaklarına dair inançları kalmıyor. Geç gelen adalet, adalet değildir. Yargının bu yapısal eksiklikleri, suçluların elini daha da güçlendirirken, mağdurların ise umudunu kırıyor.

Böyle bir sistemde, suçlular güçlü hale gelir ve adalet mekanizmasının kendilerine karşı işlemeyeceğine olan güvenleri pekişir. Yargıya olan bu güvensizlik, yalnızca bireysel hak arama süreçlerini değil, toplumsal adalet anlayışını da büyük ölçüde zedeler.

Hukukçular, "Birini tehdit edersen 2 yıldan, ama bıçaklarsan 6 aydan başlıyor…,” diyor. Türkiye'deki adalet sistemi maalesef bugün bu şekilde işliyor…

Madalyonun diğer yüzünde ise yıllardır içeride tutulan, uyduruk gerekçelerle ve ısrarla suçlanan, suçlanmak istenen siyasi tutuklular var. Siyasi görüşleri yüzünden binlerce insan cezaevinde. Geçmişte Ecevit, Demirel veya Erbakan dönemlerinde en ağır eleştirilere maruz kalan siyasiler bile bu tarz cezalandırıcı yöntemlere başvurmadı. Oysa bugün, muhalif kesimlerin sistematik bir şekilde sindirilmesiyle karşı karşıyayız. İnsanlar artık seslerini çıkaramıyor.

Bahis çeteleri, uyuşturucu ticareti, kara para aklama, borsa manipülasyonları gibi suçlar, şans oyunları ve kripto para dolandırıcılığı gibi ucu bir biçimde çetelere, mafya düzenine dayanan tüm bu faaliyetler, sadece ve ancak devletin göz yummasıyla yaygın hale gelebilir. Devlet erki ve siyasi güç bu tür yapılanmalara göz yumduğunda, bu karanlık organizasyonlar daha da güçlenir, insanların ve ailelerin dağılmasına, toplumun içten içe çürümesine yol açar. 

Halbuki tıpkı Süleyman Demirel’in dediği gibi, “Fırat'ın kıyısında bir koyun kaybolsa bana sorun, devlet sorumludur." İşte tam da bu devlet sorumluluğu, adaletin temel taşıdır.

Eski İçişleri Bakanı Soylu döneminde, mafya ve çete ilişkileri daha da görünür haldeydi. Bugün, mevcut içişleri yönetimi bu konularda, en azından görünür olanlara, buzdağının görünen yüzü konusunda daha dirayetli davranıyor olsa da, İstanbul’u ve ülkeyi, kara para aklama faaliyetlerinin, türlü çeşit dolandırıcılıkların, cinayetlerin, mafya hesaplaşmalarının merkezi haline gelmekten kurtarmak kolay olmuyor. Çünkü buzdağı suyun altında tüm ağırlığıyla hala duruyor. Uyuşturucu kaçakçılığı konusu da bu tabloda önemli bir yer tutuyor. Ülke, uyuşturucu kaçakçılığı alanında bir hesaplaşma merkezi haline gelmiş durumda ve bu suç ağlarının yönetildiği kritik bir bölge olarak öne çıkıyor. Bunun temel nedenlerinden biri, Türkiye’deki cezaların caydırıcı olmaması. Özellikle diğer ülkelerle kıyaslandığında, suçlulara verilen cezaların yeterince ağır olmadığı eleştirisi sıkça ve haklı olarak dile getiriliyor.

Son Sayıştay raporu, kamu ihale sistemindeki derin çarpıklıkları gün yüzüne çıkarıyor. İhalelerin, yeterlilikten yoksun şirketlere adrese teslim verildiği, şartnamelerin bu firmalara göre düzenlendiği bir sistemden bahsediyoruz. İhalelerin kimlere verildiği malum… İhale mafyası, çeteleşme her yerde… Dürüst şirketler ihalelere yaklaşamıyor çünkü çeteler oraları çoktan "sahiplenmiş." Şartnameler öyle hazırlanıyor ki, ehliyet ve liyakatle çalışanlar kapıdan giremiyor. Yeter ki belli kartvizitler cüzdanda olsun, gerisi zaten kolay… Kamu gücüyle iş çevirenler, bu düzenin nimetlerinden faydalanmaya devam ediyor. Asıl işini layığıyla yapanlarınsa, bu oyunlara pek dahil olmasına gerek yok; zaten pek şansları da yok.

Devlette şerefiyle çalışan kamu çalışanlarını elbette tenzih ediyoruz; ancak, bu onurlu kişilerin çoğunlukta olmalarına rağmen, kamu gücünü kullanmada yetkili ve etkili olamadıkları bir gerçek. Kamu gücü, hukuki ve idari anlamda üst yetkilere ve siyasi direktiflere bağlı olarak harekete geçer. Bu durumda, kamu görevlilerinin görevlerini etkin şekilde yerine getirebilmesi için, yalnızca kişisel sorumluluk ve onurlu davranış yeterli olmuyor; kamu aygıtının siyasi müdahalelerden bağımsız olarak işlemesi gerekiyor. Aksi takdirde, devletin gücünü kullanan yöneticilerin direktifleriyle sınırlı kalan bir sistemde, etkin adaletin sağlanması mümkün olmuyor. Bu çerçevede, yetkisiz kamu çalışanlarının görev alanları da daralıyor, çünkü devlet aygıtı sadece belirli direktifler doğrultusunda hareket edebiliyor.

Bu düzen, adaletin işleyişini de derinden etkiliyor. Suçluların yakalanıp adalete teslim edilmesi büyük emeklerle gerçekleşiyor. Ancak polis daha adliyeden bile çıkmadan, yakaladığı suçlular serbest kalabiliyor! Çıkarılan aflar, (özellikle 2000’deki Rahşan Affı olarak bilinen süreçle birlikte) infaz yasalarında yapılan düzenlemelerle birleştiğinde, suç işleyen kişilerin hak ettikleri cezayı tam olarak çekmedikleri, caydırıcılıktan uzak bir sistem ortaya çıkarttı. Bu durum, adalet sisteminde bir boşluk yaratırken, suç oranlarının artmasına neden oldu. Suç işleyip hafif cezalarla serbest bırakılan kişiler, sistemin açıklarından faydalanarak suça yeniden dönüyor. Sadece suç oranları da değil, suç çeşitleri de, bilhassa dijitalleşmeyle beraber hızla artıyor. Adli davalarda temel sorunlardan biri, mevcut yasaların ve düzenlemelerin günün koşullarına göre güncellenmemiş olmasıdır. Özellikle infaz yasaları ve çıkarılan aflar, adaletin işleyişini zayıflatırken, suç oranlarının artmasına da sebep olabiliyor. Toplumda, davaların sonuçlarının maddi güce göre şekillendiği, “parayı veren düdüğü çalar” algısının yaygın olduğu konuşuluyor. Bu durum, halkın adalet sistemine olan güvenini derinden sarsıyor. Adaletin objektif ve tarafsız işlemesi gerektiği bir sistemde bu tür algılar, hukukun zayıfladığının en somut işaretlerinden biri olarak ortaya çıkıyor.

Amerika, İngiltere, Fransa gibi ülkelerde bu tür aflar yok denecek kadar azdır. Bu ülkelerde, bir kez suç işlediğinizde devlet, sizin peşinizi bırakmaz; adalet sistemi suçluyu sürekli gözetim altında tutar. Oysa Türkiye'de, içeride cezasını tamamlamadan çıkan suçlular, dışarıda daha da örgütlü bir şekilde suç çeteleri kurarak geri dönüyor. Ülke, suçlular için adeta bir cennete dönüşmüş durumda. Aflarla ve zayıf infaz düzenlemeleriyle desteklenen bu yapı, suçluların cezasız kalmasına ve suçun sıradanlaşmasına yol açıyor.

Bu döngüyü kırmak ve adaleti sağlamak için sistemde acil reformlar gerekiyor. Bu reformlar, masa başında yapılan teorik düzenlemelerle değil, sistemin içinde aktif olarak yer alan herkesin -mübaşirinden mahkeme reisine, mağdurdan avukata kadar- katılımıyla, sahadaki gerçekler dikkate alınarak yapılmalıdır. Adaletin amasız ve fakatsız işlemesi, suçla ve mağduriyetle doğrudan yüzleşenlerin deneyimlerine dayalı bir revizyon gerektirir. Gerçek ihtiyaçlara uygun, günün koşullarına göre şekillendirilmiş bir sistem olmadan, adaletin tam anlamıyla tesis edilmesi mümkün olmayacaktır.

SİYASETİN GÖLGESİNDE YARGI ZAYIFLIYOR

Bugün Türkiye'de yargının bağımsızlığı ciddi şekilde tartışılıyor. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle birlikte kuvvetler ayrılığı, yerini kuvvetler birliğine bırakmış durumda. Yargı, yasama ve yürütme arasındaki denge, siyasi müdahaleler nedeniyle bozulmuş ve bu da karar alma süreçlerinde objektifliğin kaybolmasına neden oluyor. Yargının, parti devletinin etkisi altında kalması, adaletin yansız dağıtılmasını engelliyor. Şahsım devleti hükümet sistemi işlemiyor…

Mevcut Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemde tek bir kişinin denetimi altındaki anlayış adaleti yönlendirmekte. Bilim adamı da o, ekonomist de, deprem mühendisi de, hekim de… Devlet ile hükümet kavramları iç içe geçmiş. Parlamento işlevini büyük ölçüde yitirmiş, milletvekillerinin bakanlarla görüşme imkanı bile kalmamış. Bu, yasama organının yürütme karşısındaki etkisini de önemli ölçüde azaltmış durumda. Özellikle yargıdaki bağımsızlık eksikliği, suçluların cezalandırılmasında dengesizliklere yol açıyor. Bu dengesizlik, adaletin, haklarında uydurma, zorlama ya da aşırı suçlamalar yöneltilen, şahsım devletine itiraz eden siyasi suçlular için de zayıfladığını gösteriyor. Adaletli kararlar gelmediği, yargı, bağımsız ve yansız şekilde herkes için eşit işlemediği sürece insanların vicdan mahkemesi kan ağlamaya devam ediyor. 

Yargının üzerindeki siyasi gölgenin kalkması için tam bağımsızlık sağlanmalı ve kuvvetler ayrılığı ilkesi yeniden tesis edilmelidir. Şu anki sistemde Cumhuriyet savcılarının bağımsız bir şekilde dava açma yetkileri sınırlıdır; savcıların dava açabilmeleri amirlerinin onayı ve direktifine bağlıdır. Bu durum, yargının siyasi etkilerden bağımsız karar alamamasına ve adaletin doğru şekilde işleyememesine neden olmaktadır.

Yargı bağımsızlaştığında hakim ve savcı güvencesi kendiliğinden gelir. Ancak siyasi erkin hoşuna gitmeyecek kararlar verdiğinde hayatının kendisine zindan edilmeyeceğinden, sürülmeyeceğinden, meslekte ilerlemesinin önünün kapatılmayacağından emin olan hakimler bağımsız karar verebilir. Eğer yargı bu siyasi baskılardan arındırılmazsa, alınan doğru kararlar bile tartışılır ve toplumsal huzursuzluk süregider. 

Özellikle anayasa tartışmaları, sistemin bu zayıflıklarını daha da belirgin hale getiriyor. Anayasanın yeniden değiştirilmesi, seçim barajı olarak kabul edilen "50+1" kuralının kaldırılması ve Erdoğan’ın 3. kez cumhurbaşkanı seçilmesinin önünün açılması isteniyor. Bu tartışmalar, anayasanın zaten etkin bir şekilde uygulanmadığı, yasanın üstünde siyasi çıkarların olduğu bir sistemde gerçekleşiyor. Oysa ki adalet sisteminin gerçekten bağımsız işleyebilmesi ve hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi için gerekli olan en hayati mesele kuvvetler ayrılığının yeniden tesis edilmesi ve sağlıklı bir biçimde işlemesi, yargının siyasi etkilerden tamamen arındırılmasıdır. 

Yabancı yatırımcıların Türkiye'den uzak durmasının en büyük nedenlerinden biri, yargının bağımsız olmadığına dair duyulan güvensizliktir. Türkiye’de herhangi bir ticari anlaşmazlık yaşandığında, yabancı yatırımcılar Türkiye'deki mahkemelere değil, İngiltere’deki ya da uluslararası mahkemelere başvurmayı tercih ediyorlar. Bu durum, Türkiye’nin hukuk sistemi için büyük bir itibar kaybı anlamına gelir. Ülke içinde bile, iktidara yakın iş insanları dahi bu güvensizliği dile getiriyor ve anlaşmazlık durumunda Türkiye’deki yargıya güvenmek yerine, İngiltere mahkemelerini yetkili görüyorlar. Bu, bir ülkenin hukuk sistemine yapılabilecek en büyük hakaretlerden biridir.

Uluslararası hukuk normlarına imza atan bir ülke olarak, dışarıdan gelen uyarıları görmezden gelmek adalet sistemimize olan güveni daha da zedelemekten başka işe yaramaz. Siyasi çıkarlarla örtüşmeyen hukuki kararların uygulanmaması, hukukun üstünlüğünü zayıflatarak adaletin tarafsızlığını ve güvenilirliğini ciddi şekilde sarsar.

Türkiye'deki hukuk sistemine dair eleştiriler sadece siyasi müdahalelerle sınırlı değil. Hukukun işleyişiyle ilgili önemli bir başka sorun da, mahkemelerdeki savunma makamının, iddia ve yargı makamları karşısında yeterince güçlü bir pozisyonda olmamasıdır. Mahkemelerde savunma makamı, iddia makamı ve yargı makamı adaletin üç önemli unsurunu temsil eder. Ancak Türkiye'de savunma makamının, diğer iki unsur olan savcılar ve hâkimlerle eşit güce sahip olmadığına dair eleştiriler sıkça gündeme gelmektedir. Savunmanın, adaletin sağlanmasında ne kadar kutsal ve önemli bir görev üstlendiği göz önüne alındığında, bu dengenin sağlanması hukuk devleti için elzemdir. Savcılar ne kadar güçlü ise, savunma makamının da o denli güçlü olması gerekir; çünkü adil bir yargılamanın temel taşı, tarafların eşit koşullarda kendilerini savunabilmesidir.

Öte yandan, baroların da bu süreçte zayıflatıldığına dair endişeler artmakta. Avukatlık kurumunun, yargının diğer erkleriyle eşit olabilmesi için daha güçlü bir yapıya kavuşturulması gerektiği dile getiriliyor. Baroların yapısının değiştirilmesine yönelik girişimler, hukuk camiasında ciddi tepkilere yol açmıştır. Bu durum hukuk devletinin işleyişine yönelik kaygıları artırıyor.

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) yapısının ve işleyişinin Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin etkisinde olduğu yönündeki eleştiriler de yargı bağımsızlığını zayıflatıyor. Yargıtay gibi en yüksek yargı organları için de aynı durum geçerli. 

Tüm bu faktörlerin sonucu olarak, adalet terazisinin dengeyi kaybettiği, hukukun tarafsız ve adil bir şekilde işlemekte zorlandığı, adaletin mayasının bozulduğu bir tablo ortaya çıkıyor. Adalet terazisinin topuzunun kaçtığı ve terazinin güvenilirliğinin zedelendiği bu süreçte, hukuk sisteminin yeniden yapılandırılması gerekliliği gün gibi ortada.

Adliye saraylarının büyüklüğü ve ihtişamı, adaletin yerini bulduğu anlamına gelmiyor. Adaletin sembolü olan heykeller, ellerinde terazileriyle sarayların önünde duruyor; gözleri bağlı, tarafsızlığı simgeliyor. Ancak o heykelin yanından geçelerin, bu simgenin derin anlamını ne kadar hatırladıkları soru işareti. Adalet kurumlarına ihtişamlı isimler koymak ya da devasa binalar inşa etmek yetmiyor. Eğer içinde, özgürce karar verebilecek yargı mensupları yoksa, o binaların büyüklüğü sadece bir yanılsamadan ibaret kalıyor. Bağımsız hareket edemeyen, siyasi baskılarla yönlendirilen bir yargı mekanizması, en görkemli binalarda bile adaleti sağlamaktan uzak kalacaktır. 

Böylece bu ihtişamlı adalet sarayları, hüzünlü bir manzaraya dönüşmeye mahkum olacaktır.

Toplumun adalete olan güveninin yeniden tesis edilmesi için öncelikle hukuk devletinin tesis edilmesi, bunun için kuvvetler ayrılığının olmazsa olmaz hale getirilmesi, yargı bağımsızlığının sağlanması ve en tepedekilerin adalete riayet etmesi şart. Adaletin yukarıdan aşağıya yayılan bir değer olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Başta olanlar, hukuka ve adalete saygı gösterdiğinde, bu tavır toplumun her kesimine sirayet eder. Ancak o zaman adalet, sadece mahkeme salonlarında değil, toplumun tüm ilişkilerine işleyebilir. Adalet duygusu, liderlerin davranışlarından beslenir; onlar hukuka uymadığında, toplumun da adalete olan güveni zayıflar. Gerçek bir hukuk devleti inşa etmek, baştan örnek olunarak başlar; ancak o zaman adalet, toplumun en alt katmanlarına kadar ulaşabilir ve herkes için işleyen sağlıklı bir mekanizma haline gelebilir.

Siyaset, toplumla etle tırnak gibi iç içe geçtiğinde, siyasiler kendi başlarına hareket edemez ve toplumun taleplerini dikkate almak zorunda kalırlar. İtalya’da da benzer bir süreç yaşandı; siyaset toplumsallaştığında ve namuslu siyasetçiler iktidara geldiğinde, yargı sistemi de adaletin gereğini yapmaya başladı. İtalya’da mafya ile mücadelede siyasetin toplumsallaşması ve halkın güçlü desteği, adaletin rayına oturmasına büyük katkı sağladı. Türkiye’de de benzer bir toplumsallaşma süreci yaşanmadıkça, siyasetle toplum iç içe geçmedikçe ne adaletin, ne ekonominin, ne sağlığın ve ne güvenliğin tam anlamıyla düzelmesi mümkün olacaktır.

Türkiye’de bugün bireyler, sorunlarına yeterince sahip çıkamıyor. İnsanlar siyasi tavır göstermekte çekimser kalıyor ve sorunları karşısında örgütlü bir tavır sergileyemiyorlar. Toplumsal sorunlar karşısında herkes kendini geri çekiyor, “Bana ne,” diyor ve bireysel olarak şikayet etmekle yetiniyor. Bu bireysel tavır, toplumun birlikte hareket etme kabiliyetini zayıflatıyor ve siyasetin toplumsallaşmasını engelliyor. Oysa ki örgütlü bir toplum, kendi sorunlarına daha güçlü sahip çıkar ve siyasetin toplumla bütünleşmesine katkı sağlar. Siyasetin toplumsallaştığı noktada siyasetçiler artık kendi kafalarına göre hareket edemezler; toplumun gerçek talepleri doğrultusunda söz ve karar sahibi olurlar. 

Burada önemli bir nokta da, insanların "sistemden" değil, sistem içerisindeki "kendi yerlerinden" şikayetçi olmamaları gerektiğidir. Sistemdeki yerinden memnuniyetsiz olmak yerine, bireylerin kolektif olarak sistemin kendisini dönüştürme gücüne inanmaları gerekir. Bu, toplumun gerçek sorunlarının çözümünde siyasetin rolünü güçlendiren ve halkın iradesini siyasete yansıtan bir süreç olacaktır.

İtalya’daki değişimden alınacak en önemli ders de budur. Siyaset, toplumsal taleplere ne kadar açık olursa, adaletin ve hukukun da o kadar güçlü olacağı kesindir. Siyasetin toplumsallaşması, adaletin bağımsız işlemesi için olmazsa olmaz bir adımdır. Türkiye de ancak bu süreci yaşadığında, gerçek anlamda adaleti sağlayabilir ve tüm toplumsal dinamiklerini rayına oturtabilir.

Yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğünün tam anlamıyla uygulandığı ülkelerde ekonomi güçlüdür, insanlar daha mutludur ve toplum geleceğe umutla bakar. Bu tür ülkelerde, adalet herkes için güvence sağlar, bu da ülkenin ekonomik gelişimini hızlandırır. Türkiye’de ise, insanlar geleceğe kaygıyla bakıyor ve gençler ülkeden göç etme arayışında. Çünkü adalet ve liyakat eksikliği, insanların ülkelerine olan güvenini zedeliyor. Eğer ülkede adalete ve liyakata güven olsa, bu ülkenin potansiyeli cennet gibi bir yaşam sunabilecek kapasitededir.

Sonuç olarak, Türkiye’nin refahını, toplumsal huzurunu ve ekonomik gücünü artırmak için adalete, hukukun üstünlüğüne ve liyakata dayalı bir sistem inşa edilmelidir. Ancak bu şekilde, Türkiye cennet gibi bir ülkeye dönüşebilir ve halkının ekonomik gücünü artırarak daha yaşanabilir bir ülke haline gelebilir.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları