Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Yenidoğan Çetesi ve MHP Genel Başkanı Bahçeli Öcalan'a umut hakkı istedi
İstanbul’da özel hastanelerin yeni doğan yoğun bakım üniteleri, bir suç örgütünün işgali altındaymış, öğrendik ve kahrolduk. Bir ihbar mektubu, bu durumu ilk kez 27 Mart 2023'te Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi'ne taşımış. İddialara göre, adeta bir ticarethane gibi işletilen yoğun bakım üniteleri, rüşvet ve sahtecilikle Sosyal Güvenlik Kurumu'nu (SGK) dolandırıyor. Rüşvet ve sahtecilikle kalsa yine iyi, yaşama dair en korkunç suçlardan biri icra ediliyor bu hastanelerde; bebekler öldürülüyor…
Çete lideri, özel hastaneleri dolaşarak, “Sizi hasta bebeksiz bırakmayacağım,” diyor ve yüzde 40'ını kendine, yüzde 60'ını hastanelere bırakan bir paylaşım teklif ediyor. Yapılan işbirlikleri, manipülasyonlar ve düzenbazlıklarla sağlık sistemi içinde onulmaz bir yara açıyor.
SGK, yenidoğan yoğun bakım hizmetleri için günlük 8 bin TL ödeme yapıyor, fakat bu ödemeler "sözde tedaviler" adı altında yolsuzluklara alet ediliyor. Polis raporlarına göre, bebeklerin sağlık durumları kötü gösterilerek daha fazla süre yoğun bakımda tutuluyor ve bu süreçte yüksek meblağlarda ödeme alınıyor. Durumları iyileşmiş olmasına rağmen bebekler entübe edilmiş gibi gösteriliyor.
ASKOM (Acil Sağlık Hizmetleri Koordinasyon Komisyonu) kurallarına aykırı hasta nakilleri ile hastanelerin yatak doluluk oranları suni şekilde artırılıyor. 112 Acil hattı üzerinden yürütülen bu organizasyon, sistemi adeta kanlı bir oyun haline getiriyor. Görevliler, çeteyle iş birliği yaparak, hasta sevklerini önceden belirlenen özel hastanelere yönlendiriyor.
Dünyaya henüz gözlerini açan günahsız bebeklerin yaşam haklarının elinden alması gibi kan dondurucu bir insanlık suçu mu dersin, sağlık sisteminin tüm ayarlarını alt üst etmek mi dersin, devletin kaynaklarını kötüye kullanmak mı dersin, insanlara verilen maddi ve telafisi imkansız manevi zararlar mı dersin…
KAHRAMAN BİR SAVCI
İstanbul'daki yenidoğan bebek çetesinin dehşet verici faaliyetleri, tek bir koca yürekli savcının müdahalesiyle gün yüzüne çıkıyor. Büyükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan Terör ve Örgütlü Suçlar Soruşturma Savcısı Y.E., bebeğin ölümüne sebep olan 24 kişi hakkında tutuklama kararı çıkarıyor ve ardından altı hastanede aramalar başlatılıyor. Ancak bu durum, savcı Y.E.'ye yönelik ciddi tehditleri de beraberinde getiriyor. Şaşırtıcı değil, değil mi?
Olayın derinliklerine indikçe, savcı Y.E. hayatını tehlikeye atan kararlılığıyla dikkat çekiyor. Suç örgütüyle bağlantılı olarak avukat Aylin A. Savcıya, kendisine yönelik suikast planlandığını, ailesinin tehlikede olduğunu aktarıyor. Bu tehditler savcıyı yıldırmaya yetmiyor. Bunun üzerine savcı, ofisine gizli kayıt cihazları yerleştiriyor ve bu sayede Avukat A. ve bağlantılı olduğu Mustafa Kemal Z. ile yapılan görüşmeler kayıt altına alınabiliyor.
Mustafa Kemal Z.'nin savcıyı açıkça ölümle tehdit ettiği, bu tehditlerin kayıt altına alındığı bu süreçte, siyaset ve yüksek bürokrasiyle bağlantıları da ortaya çıkıyor. Çeteyle bağlantısı olduğu düşünülen kişilerin üzerinden çıkan MİT kimlikleri, MİT başkanıyla başkanın makamında çekilen fotoğraflar, yolsuzlukların sadece hastaneler ve çete üyeleriyle sınırlı olmadığını; devletin derinliklerine, hatta güvenlik teşkilatlarının koridorlarına kadar uzandığını ortaya koyuyor. Bu kişilerin altına çakarlı araba verilmesi, iktidar partisinin ileri gelen isimleriyle fotoğraflarının olması, bu skandalın yalnızca yolsuzluk değil, aynı zamanda derin devlet yapılanmalarıyla da ilişkili olduğunu düşündürüyor. Yani olay, yalnızca bir sağlık skandalı olmasının çok ötesine geçiyor…
Daha da vahimi, savcının kişisel bilgilerinin, jandarmada görevli bazı personeller tarafından çete üyelerine sızdırıldığının tespit edilmesi oluyor.
Çete üyeleri ve onların koruyucuları, devletin kendi mekanizmalarını kullanarak, adaletin işleyişini engellemeye çalışıyor. Ancak savcı Y.E.'nin gösterdiği cesaret ve azim, bu karanlık perdeyi aralamakta ve adaletin, ne pahasına olursa olsun sağlanması gerektiğini tüm Türkiye'ye hatırlatmakta bir kez daha başrol oynuyor.
Gerçekten de, bütün uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter. Bu durum, toplum olarak uyanık olmanın ve adaleti sağlamak için hep birlikte mücadele etmenin önemini bir kez daha önümüze seriyor.
Son iki yıl içinde şimdilik bilinen 12 masum bebeğin hayatını kaybettiği bu olaylar zinciri, 720 sayfalık bir fezleke ile 47 kişi gözaltına alınıp, 22'si tutuklanarak ortaya konuyor.
PERDE ARKASINDAKİ İSİMLER VE BAĞLANTILARI
Çetenin lideri olarak bilinen Fırat Sarı, Reyap Hastanesi'nde yenidoğan yoğun bakım hekimi olarak görev yapıyormuş. PKK ile bağlantıları sebebiyle hüküm giymiş olan bu şahıs, geliyor, sağlık sisteminin kalbinde, bu çetenin liderliğini yapıyor…
Mehmet Gürül ise skandalın bir diğer önemli figürü. Özel Duygu Hastanesi'nde çalışan Gürül'ün ismi, bebek ölümleriyle ilişkilendirilince, hastane yönetimi tarafından apar topar resmi siteden siliniyor. Dipnot: Hastane sahibi İsmail Sezer, AKP’li İBB Meclis üyesi. Kamuoyu, hastanenin ruhsatının neden iptal edilmediğini sorguluyor…
Kolan Hastaneleri sahibi Mehmet Nedim Kolan da AKP'den politikaya atılmış bir isim. Hastanenin yalnızca bir şubesinin kapatılması, siyasi bağlantıları sebebiyle mi diye akıllara soru işareti düşüyor.
Yenidoğan bebek çetesinde adı geçen Özel Avcılar Hospital Hastanesi, Özel TRG Hospitalist Hastanesi, Özel Birinci Hastanesi, Özel Güney Hastanesi, Özel Bağcılar Medilife Hastanesi, Özel Beylikdüzü Medilife Hastanesi, Özel Reyap İstanbul Hastanesi, Özel Şafak Hastanesi Bağcılar, Özel Silivri Kolan Hospital Hastanesi ve Çorlu Reyap Hastanesi'nin ruhsatları iptal edildi.
TRG Hastanesi Genel Müdürü Murat Mantuş’un MHP ile olan ilişkisi dikkat çekici. Mantuş’un bir dönem MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Koruma Müdürlüğü’nü yaptığı ortaya çıktı.
Yenidoğan bebek çetesinin anlaştığı hastanelerden biri olan Özel Şafak Hastanesi’nin sahibi Seçim Öztürk ise MHP’li Celal Adan’ın dünürü…
Eski sağlık bakanı Mehmet Müezzinoğlu'nun hastanesi olan Avcılar'daki Özel Avcılar Hospital’ın da lisansı iptal edildi.
Çete içinde yer alan isimler arasında AKP'den MHP'ye, oradan CHP'ye uzanan bir yelpaze var. Belli ki bu isimler, siyasi partilerdeki güçlü bağlantılarına sırtlarını yaslamış durumdalar. Örneğin, Ahmet Atilla Yılmaz, Medilife Hastanesi başhekimi ve CHP’li Beylikdüzü Meclis üyesi. Adalet ve Kalkınma Partisi'nden 25. dönem milletvekili aday adayı olmuş, başarısız olunca Milliyetçi Hareket Partisi'nde siyaset yapmak istemiş ve Beylikdüzü’nde belediye meclis üyeliği yapmış. Daha sonra da MHP’den istifa ederek 31 Mart Yerel Seçimleri’nde CHP Beylikdüzü Belediye Başkan adayının listesinden meclis üyesi adayı olarak seçimlere katılmıştır. Medilife Hastanesi'nin başhekimi olan Yılmaz, yenidoğan çetesi soruşturmasında adı geçince CHP'den istifa etmiştir.
Türkiye'deki siyasi atmosferin iç yüzünü gözler önüne seren bu olay, tüm siyasi partilerin, hatta iyi partisi ve hatta PKK'sı dahil olmak üzere, devletin kurum ve kuruluşlarında yaşanan yolsuzlukları ve talanı gözler önüne seriyor. Bu durum, Türkiye'deki siyasi kirliliğin acı ve çarpıcı bir örneği olarak tarihe geçiyor.
İnsanın aklına, yüzünde acı bir gülümsemeyle eski bir banka reklamında kullanılan slogan geliyor: “Yok aslında birbirimizden farkımız…”
***
Bu kapsamlı sağlık skandalının ardından atılması gereken adımlar net ve kesin olmalıdır. Öncelikle, suistimale uğramış özel hastanelerin dataları titizlikle incelenmeli ve bu verilerde kayıtlı olan tüm ilişkiler, işlemler ve usulsüzlükler detaylı bir şekilde aydınlatılmalıdır. Bu bilgiler, çeteleşmenin ve yolsuzlukların hücrelerine kadar irdelenmesine olanak tanıyacak, tüm suçluların ve mağdur edilenlerin kim olduğunu ortaya çıkaracaktır.
Özellikle, yargıya henüz müracaat etmeyen mağdur yakınlarının seslerinin duyulması ve adaletin sağlanması için gerekli adımlar atılmalıdır. Bu süreçte, yenidoğanların ölümüne veya sağlıklarının riske atılmasına neden olan her seviyedeki sağlık çalışanından yöneticilere kadar herkes sorumlu tutulmalıdır. Kim ki, gereksiz yere yoğun bakımda tutulan bebeklerin orada kalmasına göz yumduysa, bu suça ortak olmuş sayılmalı ve yargı önüne çıkarılmalıdır.
Bu skandalın boyutları düşünüldüğünde, İstanbul İl Sağlık Müdürü ve mevcut Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu'nun görev süresi boyunca, hatta 2006 yılında kurulan Sosyal Güvenlik Kurumu'nun faaliyete geçtiği günden bu yana yaşananlar da derinlemesine incelenmelidir. Tüm bu dönemler boyunca görev yapan sağlık yöneticilerinin ve bakanların, çeteleşmiş bu suç yapılanmalarını görmezden gelmeleri, suskun kalmaları da bir suça ortaklık değil midir? Bu suç örgütleri, "al gülüm ver gülüm" yöntemleriyle, müfettişlerin milyarlarca lira ceza kesmelerine rağmen, yıllar boyunca usulsüzlüklerine devam etmişler. Tespitler yapılmasına rağmen, gerekli işlemlerin yapılmaması da büyük bir sorumsuzluk örneğidir.
Eğer iktidar, sağlık sektöründeki bu tür skandalları gerçekten aydınlatmak istiyorsa, parlamentoda kurulacak bağımsız bir araştırma komisyonu Türk milleti adına bu sorunların üzerine gitmelidir. Bu, sadece geçmiş olayları aydınlatmakla kalmayacak, aynı zamanda gelecekte benzer suistimallerin önüne geçilmesi için gereken düzenlemelerin yapılmasına olanak tanıyacak kritik bir adımdır.
Ayrıca, uluslararası arenada da destek alınabilir. Gerekirse Dünya Sağlık Örgütü'nden uluslararası gözlemciler çağırılarak bu sürecin şeffaflığı artırılabilir. Böylece hem ulusal hem de uluslararası alanda güven sağlanabilir.
Bu süreç, şeffaf ve objektif bir şekilde yürütülmeli, kamuoyu bu süreç hakkında sürekli bilgilendirilmelidir.
Sağlık sektöründeki çeteleşme ve ticarileşme sorunları, bir avuç etik dışı davranış sergileyen sağlık çalışanı nedeniyle binlerce özverili ve düşük ücretle çalışan sağlık personelinin töhmet altında kalmasına yol açmamalıdır. Türkiye'de hekimlik yapmanın zorlukları ve sağlık çalışanlarının karşılaştığı ekonomik sıkıntılar göz önünde bulundurulduğunda, bu suça bulaşmış az sayıdaki kişinin eylemleri tüm sektörü temsil etmemelidir. Bu kişilerin davranışları, onurlu ve fedakar sağlık çalışanlarının çabalarından bağımsız olarak değerlendirilmelidir.
***
Sokaklardan metrobüslere, bakkallardan banliyölere kadar her yerde bu konu konuşuluyor bir haftadır. Bu, sadece birkaç kişinin dahil olduğu basit bir suç örgütlenmesi değil, sistemsel bir yozlaşmanın tezahürü. Ambulans şoförlerinden katiplere, sağlık çalışanlarından cerrah ve ameliyathane personeline kadar pek çok kişi bu kirli sistemin bir parçası haline gelmiş.
Bu örgütlenme, yenidoğan çocukların hayatını hiçe sayarak, korkunç bir gelir kaynağı yaratmış. Sadece İstanbul'da değil, Türkiye'nin birçok ilinde benzer örgütlü yapıların varlığından söz edilebileceği düşünülüyor.
Devlet hastanelerinin yenidoğan bölümlerindeki asistan doktorların, çeşitli gerekçelerle bebekleri bu özel hastanelere sevk ettiği, böylece özel sağlık kuruluşlarının kendi gelirlerini artırdığı yönünde iddialar bile var. Bebeklerin hayatları üzerinden sağlanan ekonomik çıkarlar…
SGK’dan sağlanan haksız kazanç bir tarafa, çetenin, daha karanlık sebeplerle bebekleri bilinçli olarak öldürdüğüne yönelik çarpıcı iddialar da var. Adrenochrome isimli, oldukça pahalıya satıldığı söylenen (litresinin milyar dolarlara satıldığı konuşulan…) bir madde için yenidoğanların kanının kullanıldığına dair korkunç söylentiler bunlar… Şeytanın bile aklına gelmeyebilecek türden eylemler. Şeytanın yarım bıraktığını tamamlayan bir örgüt…
Bu skandal sadece hukuki bir soruşturma ile sınırlı kalmamalı, aynı zamanda toplumsal bir uyanışı ve sağlık sisteminin tüm yönleriyle gözden geçirilmesini de zorunlu kılmaktadır. Bir ülkenin en masum varlıklarına karşı işlenen bu korkunç suç, tüm toplumu ilgilendiren ve derhal cevap bulması gereken soruları beraberinde getiriyor.
DÜNDEN BUGÜNE: SAĞLIKSIZ, ENTÜBE BİR SAĞLIK SİSTEMİ
Son yıllarda en çok yenidoğan üniteleri açılıyor hastanelerde. Çünkü karlı. Yenidoğan çetesi bu alana bunun için girmiş. Adeta karargah kurmuş kendine. Özel hastanelerin, her birinde çok sayıda yatak bulunan yenidoğan üniteleri fabrika gibi işliyor. SGK'dan alınan yüksek ücretler (gecelik 4.900 TL), şişirilmiş faturalarla birleşince, bu hastanelerde ciddi mali suistimaller yaşanıyor.
Normal bir yatak için SGK’nın ödediği ücret ise sadece 185,30 TL. Bu farkı fırsat bilen bazı hastaneler, normal hastaları yoğun bakım hastası olarak gösterip devleti sömürerek büyük vurgunlar yapma peşinde.
Sadece yenidoğan üniteleri de değil. Özel hastanelerde sezaryen doğum oranları, normal doğuma göre daha yüksek. Sezaryenle doğum yapan kadınlar daha uzun süre hastanede kaldığı için, hem hastaneler hem de SGK'dan ekstra ücret alınıyor. Burası da karlı bir alan…
Özellikle COVID-19 pandemisi sırasında, yaşlı ve kronik hastaların raporlarıyla oynanarak sağlık kurumlarından para almak adına usulsüzlük yapıldığı iddia ediliyor. Diyaliz çetesi gibi diğer vahşet çeteleri de, diyaliz hastası olmayan insanları sisteme dahil ederek, bu suistimal zincirine katılıyor. Diyaliz çetesi, entübe çeteleri, ilaç çeteleri… Türlü türlü… Sağlığın her alanına birileri çökmüş durumda. Devletin sırtından ve insanların sağlığı üzerinden gelir elde ediyorlar.
Türkiye OECD ülkeleri arasında MR istemede birinci sıradaymış. Bu korkunç aslında…
İl sağlık müdürlükleri veya diğer ilgili kurumlar tarafından yapılan denetimlerde, kağıt üzerinde birçok hasta yoğun bakımda veya entübe gösterilirken, gerçekte bu durumda olmadıkları ortaya çıkıyor. Denetimlerde bazen hastanelere (özellikle iktidara yakın kişilerin sahibi olduğu hastanelere) önceden haber verilmesi, gerçek durumun gizlenmesine olanak sağlıyor. Sonuçta bizim gibi ülkelerde denetimsizliğin sonu çeteleşmeye çıkıyor.
Sağlıkla ilgili diğer bir temel sorun da özel hastane sayısı. İstanbul’da özel hastane sayısı kamu hastanelerinin iki katına çıkarken, 13 il merkezinde hiç kamu hastanesi bulunmuyor! Öyle ki özel hastanelerle ülkenin multimilyonerleri yaratıldı. Bu, sağlık sisteminin ne boyutlarda ticarileştiğinin çarpıcı bir göstergesi.
Sağlık sistemindeki birinci basamağın, yani aile hekimlerinin güçlendirilmesi gerekiyor. Şu an birçok aile hekimliği yeterli altyapıdan mahrum, hekimler zor koşullar altında çalışmakta ve bu durum, hastaların doğrudan ikinci veya üçüncü basamak sağlık hizmetlerine yönelmesine sebep oluyor. Bu da sağlık sisteminde tıkanmaya neden oluyor.
Sağlıkta performans uygulaması, doktorların üzerindeki baskıyı artırırken hasta-doktor ilişkisini de ciddi şekilde olumsuz etkiliyor. Doktorların daha fazla hasta bakma zorunluluğu, kaliteli sağlık hizmeti sunmalarını engelleyerek, bu ilişkinin temelini sarsıyor. Öte yandan, AKP'nin sağlık alanında getirmeyi planladığı yeni bir düzenleme, bu baskıyı daha da artırma potansiyeline sahip. Planlanan düzenleme, hastaların değerlendirmelerine dayanarak doktorlara prim ödemesi yapılmasını öngörüyor. Bu sistem, hastaların subjektif yorumlarına göre ücret düzenlemesi yapılmasını içeriyor ve sağlık çalışanları için son derece onur kırıcı bir durum…
Bir hastanın, doktorun giyimini, kuşamını veya genel görünümünü beğenmeme gibi duygusal gerekçelerle olumsuz bir değerlendirme yapması durumunda, doktorların profesyonel itibarının ve mali durumunun zarar görebileceği bir yapı oluşturulmuş oluyor. Sağlık hizmetlerinin niteliği, hastaların kişisel tercihleri yerine, bilimsel ve objektif kriterlere dayandırılmalıdır.
Özel hastanelerde karşılaşılan önemli bir sorun da, tıp fakültesi mezunu uzman doktorların çalışması gerekliliğiyle ilgili. Mevzuata göre, her özel hastanede uzman doktor bulunması şartı var. Ancak, bu zorunluluk bazı doktorların diplomalarını bu tür hastanelere kiraya vermelerine yol açıyor. Bu durum, hastanelerin yeterli tıbbi denetim ve uzmanlık olmadan faaliyet göstermesine sebep olabilir. Sağlık hizmetlerinin kalitesini doğrudan etkileyen bu uygulama, etik dışı ve kabul edilemez bir durum yaratıyor. Hastaneler, kiralık diplomalarla değil, gerçek uzmanlık ve liyakat ile hizmet vermelidir.
Randevu almanın dahi zor olduğu bir sağlık sistemiyle karşı karşıyayız. Yeni inşa edilen şehir hastaneleri, şehir merkezlerinden kilometrelerce uzakta, devasa binalar olarak yükseliyor. Bu hastaneler, içinde yeterli ve liyakatli sağlık personeli bulunmuyor. Bu gibi büyük yatırımlar, yeterli sağlık personeli ve altyapı olmadan sadece gösteriş için yapılmış, halkın sağlık hizmetlerine erişimini zorlaştıran projeler gibi görünüyor. Yemekten temizliğe, güvenliğe kadar birçok alanda ticari kaygılar ve ilişkilerle yönetiliyor. Eskiden hızlıca ulaşılabilen hastanelere şimdi ulaşmak bile büyük bir sorun teşkil ediyor.
Yenidoğan çetesi olayı, Türkiye'nin sağlık sistemindeki çürümenin ve çöküşün yalnızca bir parçası. Buzdağının son görünen yüzü. Hükümetin övünçle bahsettiği sağlık sistemi, derin bir bataklığa saplanmış durumda. Gözler önüne serilen bu dram, toplumun çoğunluğunun farkında olmadığı daha büyük sorunların sadece uç bir örneği.
Türkiye'nin sağlık bütçesi, kendi iç sorunlarına rağmen Somali, Nijerya ve Sahra Altı Afrika gibi ülkelere sağlık yardımı yapmakta kullanılıyor. Bu durum, ülkenin kendi sağlık sisteminde yaşanan ciddi sıkıntılar ve kaynak yetersizlikleri göz önünde bulundurulduğunda eleştiri konusu oluyor. Bu, kaynakların yönetimindeki önceliklerin sorgulanmasına neden oluyor. Bu, özellikle sağlık hizmetlerinde kalitenin düşmesi, hastanelerin temel tıbbi malzeme eksiklikleri yaşaması ve yeterli bütçe ayrılmaması gibi iç sorunlar göz önüne alındığında daha da vurgulanıyor.
Atatürk'ün "Beni Türk hekimlerine emanet ediniz" sözünün ağırlığı altında, bugünün sağlık sistemi bu emanete layık kalmaktan uzaklaşmış durumda. 2000 yılı sonrasında mezun olan birçok hekim, niteliksiz eğitimler sonucu yetersiz kalmış ve sağlık sektöründe ciddi sorunlara yol açmıştır. Bu yetersizlikler, sağlık sistemini içten içe zehirlemekte, geleceğimizi tehdit etmektedir.
Sağlık Bakanı, Karabük'teki AKP ilçe kongresinde, sağlık skandalına karışan çalışanlar hakkında soruşturma başlattığını duyurdu. Halbuki bakanlığın asıl görevi bu tür skandalların önüne geçmek değil midir? Bakanlık, sağlık skandallarını önleyici tedbirler almakla yükümlüyken, gerçekte bu sorunları yönetme konusunda aciz kalmıştır. Yıllardır süren yanlış sağlık politikalarıyla AKP iktidarı, sistemimizi bu kritik noktaya getirmiştir; şimdi sorumluluk alıp, bu sorunları kökten çözme zamanı gelmiştir.
Kadınların nasıl doğuracağına karışan sağlık bakanlığı, artık bu işlerle ilgilenmeli ve açıklama yapmalıdır. Sağlık politikalarının toplumu nereye sürüklediğini, bu derin kuyudan nasıl çıkılacağını net bir şekilde topluma anlatmalıdır.
BÜYÜK RESİM
Günün sonunda bütün sorumluluk siyasi iradenin değil midir?
Yenidoğan bebelerin hayatını koruyamayan bir devlet ülke güvenliğini nasıl sağlar, ülkeyi nasıl korur?
Sağlık sistemi, Türkiye'deki yönetim krizinin en açık göstergelerinden biri haline gelmiştir. Sağlık Bakanı’nın olayın ilk fark edildiği tarihten bir yıl sonra anca gerçek anlamda harekete geçmesi, acil müdahale gerektiren sağlık skandallarında dahi insan hayatının gereken önceliği almadığını gösteriyor. Bu, iktidarın 22 yıllık süreçte sağlık sistemini nasıl ihmal ettiğinin ve çeteleşme ile ticarileşmenin boyutlarını arttırdığının bir kanıtıdır.
Şu an Türkiye'de sağlık sektörü, “balık baştan kokar” misali bir çürüme içindedir. Sağlıkta şiddet, darp ve cinayetler, ülkenin geldiği karanlık durumu yansıtıyor. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi altında, sağlık alanındaki bu düzensizlikler artık yönetilemez bir hal almış, sağlık çalışanları ve hekimler büyük baskı altına girmiştir.
Sağlık politikaları, etik dışı kararlar ve yetersiz yönetimle insanların güvenini kaybetmiş durumda. Sağlık her şeyden önce kamusal ve ulaşılabilir olmalıdır, ancak mevcut sistem ticarileşmiş ve kişisel çıkarlar doğrultusunda şekillenmiştir. AKP'nin iktidara gelirken vadettiği sağlıkta dönüşüm, sistemi iyileştirmek yerine daha da bozmuştur.
Türkiye'de sağlık sistemi başta olmak üzere yaşanan çürüme ve düzensizlikler, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin gözden geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. Ülkemizin derinleşen krizlerden çıkabilmesi için parlamenter sisteme geri dönüş, demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün yeniden tesis edilmesi, liyakatin esas alınması ve yargı bağımsızlığının sağlanması şarttır. Bir kişinin, devleti yönetenlerle çektirdiği bir fotoğraf onun bürokrasiden ticarete, hayatın her alanında yürüyüp yükselmesine vesile olabiliyor. Adeta CV’ye dönüşüyor bu fotoğraflar…
Sağlık skandalları, yargıya ve hukuka olan güvenin sarsılmasının yanı sıra toplumsal güveni de zedelemiştir.
Son bir ayda yaşanan kadın ve çocuk cinayetleri, toplumun bu tür olaylara olan duyarlılığının azaldığını ve yönetimdeki çürümenin ne denli ilerlediğini göstermektedir. İnsanımız geçim derdini, yoksulluğunu, işsizliğini unuttu, her gün yeniden bu da olur mu dediği cinayetlerle, vahşetle uğraşır hale geldi. Şimdi de böylesine korkunç boyutta bir sağlık skandalı. Bundan öte kötülük kaldı mı?…
Geçmişte bu tarz olaylar olsa idi, iktidarlar düşerdi, bakanlar istifa ederdi. Zamanında bir Susurluk vakası bile ülkeyi ayağa kaldırırken, bugün çok daha vahim olaylar sıradanlaşmıştır. Bu, yeni Türkiye'nin geldiği trajik noktayı işaret etmektedir.
Böylesine sarsıcı gündemler bile her seferinde başarılı bir şekilde değiştiriliyor. Şimdi de Devlet Bahçeli'nin son çıkışı, Türkiye'de siyasetin yeniden karılacağının işareti olmuş durumda. Öcalan'a tecritin kaldırılması ve DEM Parti kürsüsünden, yani mecliste konuşmasına yönelik çağrı, gerçekten ezber bozan bir açıklama. Bu, muhtemelen iktidarın ağzıdır ve iktidarın mutfağında pişirilmiş bir senaryo olarak karşımıza çıkıyor.
Özgür Özel ise bu çıkışa, kan duracaksa ve Kürtlerin Türkiye'nin ortak kurucu unsurları olarak kabul edilecekse, bu işin Mecliste çözüleceğine yönelik desteklerini ifade ederek cevap veriyor. Daha önceki açılım süreci gibi, parlamento dışında yapılacak bir açılıma ise karşı olduklarını belirtiyor.
Bu durum, Erdoğan'a bir dönem daha seçim kazanmak için verilmiş bir el yükseltme şeklinde değerlendiriliyor haklı olarak.
Tüm bu siyasi manevralar, gerçekten de Türkiye'de gündeminin 1 saat içinde nasıl hızla değiştirebildiğinin en güncel ve baş döndürücü kanıtı.
Hükümetleri düşürmesi gereken, bakanları istifa ettirmesi gereken ciddi konular tam da bu şekilde ikinci plana atılıyor ve gündemden düşürülüyor. Yenidoğan çetesi ile ilgili korkunç gerçeklerin üzeri, bu yeni siyasi gelişmelerle örtülecek gibi görünüyor ve bu durum ülkenin geldiği trajik noktayı bir kez daha gözler önüne seriyor.
Sağlık skandalları, adaletsizlikler ve toplumsal çatışmalar, yönetim sistemimizin ciddi bir revizyona ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Ülke olarak, kurtarıcı ve liyakatli kadrolara, gerçekten demokratik ve adil bir yönetim anlayışına ihtiyacımız var. Sağlıkta ve diğer tüm alanlarda yaşanan bu çürümenin son bulması, ancak köklü değişikliklerle mümkün olacaktır.
Et kokarsa tuz var, tuz kokarsa ne var? Tuzun koktuğu yerdeyiz. Bataklıkla ilgilenmek şart. Ülkenin kurtarıcı kadrolara ihtiyacı var.
MUHALEFETİN ROLÜ VE YERİ
Peki Özgür Özel liderliğindeki CHP yönetimi, son sağlık skandalı ve yenidoğan çetesine dair nasıl bir tepki göstermiştir? Tek kelimeyle; yetersiz. Bu durum partideki son yönetim değişikliğine destek verenlerin bile sert eleştirilerine yol açmıştır. Bu yeni yönetici kadronun, CHP'nin potansiyelini zayıflattığına ve partiye umut vermekten uzaklaştığına dair eleştirilerin tonu yükselmeye başlamıştır.
Ülke adeta yangın yerine dönerken, 20 milyonluk devasa bir mülteci, sığınmacı sorunuyla boğuşurken, çocuk cinayetleri, kadın cinayetleri, uyuşturucu ve çeşitli organize suç çeteleri gibi peş peşe gelen travmatik olaylar karşısında CHP'nin etkili bir muhalefet sergilemesi beklenirken, Özel ve yönetimi yeterli sesi çıkaramamaktadır.
Özellikle 31 Mart zaferini takip eden süreçte “yumuşama” ve “normalleşme” politikalarıyla birlikte AKP'ye karşı kaybedilen momentum, iktidara can suyu verilmesine yol açmıştır.
CHP kamuoyu yoklamalarında geri düşmeye başlamış ve gündemi Erdoğan ve AKP'nin belirlemesine izin vermiştir.
İsrail ile ilgili iddialar, savunma sanayii için vergi toplama girişimleri gibi iktidarın yarattığı suni gündemler ve manipülatif politikalara karşı CHP'nin sesinin daha güçlü çıkması gerekirken, Özel ve ekibi etkili adımlar atmaktan uzak kalmıştır.
Bu çarpıcı sağlık skandalında bile Özgür Özel ve CHP yönetimi, ülkenin gündemini belirleyecek ve toplumsal muhalefeti organize edecek liderlikten uzak durmuş, halkın erken seçim ve değişim taleplerini güçlü bir şekilde temsil edememiştir.
Parti içindeki rahatsızlık ve kaos artarken, partiyi daha ileriye taşıyacak etkili liderliklerin tekrar ön plana çıkması gerekmektedir. Halkın sesine kulak verilmesi, onların sorunlarına pratik ve kararlı çözümler sunulması şarttır.
Bu noktada Kılıçdaroğlu'nun "müzakere değil, mücadele" çizgisinin haklılığı bir kez daha ortadadır.
Kemal Kılıçdaroğlu'nun sert eleştirileri, CHP'nin mevcut durumu ve sağlık skandalına tepkisiz kalışını daha geniş bir perspektiften ele alıyor.
Kılıçdaroğlu, "Ahlaksızlığın kurumsallaştığı ülkelerde devleti soymak maharet sayılır ve devleti soyanlar iktidarlar tarafından el üstünde tutulur. Çünkü onlar da soygundan nasiplenir," diyerek, iktidarın yolsuzluklarına dikkat çekiyor.
Kılıçdaroğlu'nun Twitter üzerinden yaptığı açıklamalarda, "5'li çeteler eliyle milletin parasına, uyuşturucu baronlarının eliyle gençlerimize ve geleceğimize, bozduğun ve kontrolün altına aldığın yargı eliyle dışarı saldığın katiller, çocuklarımızın ve kadınlarımızın canına ve ırzına bela oldu. Yeni doğan bebeklerimizin canı, para için sağlık çetesine teslim edildi. 12 bebeğimiz senin sisteminin adamları tarafından 3 kuruş kazanmak için hayata gözünü yumdu…" ifadeleriyle, iktidarın ve onun politikalarının yarattığı yıkımı vurguluyor.
Bu eleştirilerin ardından İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Kılıçdaroğlu hakkında 'Cumhurbaşkanına hakaret' gerekçesiyle soruşturma açılması, eleştiri özgürlüğünün sınırlarının daraltılması olarak algılanıyor.
Bu durum, iktidarın eleştiriye tahammülsüzlüğünü yine ve yeniden gözler önüne seriyor.
Aslında tüm bu olup bitenleri belki de en iyi Oğuzhan Uğur özetliyor: “Savaş yok, afet yok. Peki biz neden kadınlarımızı, gençlerimizi, çocuklarımızı, bebeklerimizi gömüyoruz?
Hangi düşman, hangi bayrağın altında saf tutsa, bize bu kadar zarar verebilirdi mesela?
Hangi tankla, hangi tüfekle, hangi uçakla? Karşılarında dimdik dururduk. En azından neden öldüğümüzü bilirdik. Ama şimdi cephe yok, taraf yok, bayrak yok. Kim sapık, kim psikopat, kim hırsız, kim düşman? Belli değil. ‘Karanlığa koşuyoruz’ derlerdi, vardık. Artık resmen karanlıkta koşuyoruz.”
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
- Donald Trump'ın yeniden başkan olması dünya ekonomisini
- Ege'nin Gündemi'nde bu hafta!
- Dubai çikolatasına rakip
En Çok Okunan Haberler
- İtirafçı Nevzat Bahtiyar'dan sürpriz hamle geldi
- Avrasya tüneli trafiğe kapatıldı!
- Kadınlara cehennem hazırlayanlar
- Nasuh Mahruki'nin tutuklanma gerekçesi belli oldu!
- Cem Garipoğlu soruşturmasında karar!
- Elektronik kelepçeyi kırıp cinayet işledi
- Beşiktaş'tan Talisca açıklaması: 'Karar verilmiştir'
- MSB açıklamasında 'Erdoğan' ayrıntısı
- Albaya verilen ceza belli oldu!
- Teğmenlerin avukatlarından açıklama geldi!