Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Montrö ve AİHS’den “Çıkmak” mı? Prof. Dr. Rona AYBAY
24 Mart Çarşamba günü, bu sütunlarda yayımlanan “İstanbul Sözleşmesi ve Uluslararası Hukuk” başlıklı yazımın şu tümceleri, sayfa editörünce başlığa konulmuştu:
“Bütün bunlara ek olarak ya da en başta belirtilmesi gereken bir önemli nokta da şudur: İstanbul Sözleşmesi’nden böyle, görüşülüp tartışılmadan çekilmenin, kötü bir gidişin ilk adımı olması olasılığı vardır. Bunun, sonuç olarak uluslararası sözleşmeler alanında, Atatürk Cumhuriyeti’nin temellerine kadar varan birtakım girişimlerin başlangıcı olmasından kaygı duyulmaktadır.”
TBMM Başkanı’nın, katıldığı bir TV izlencesinde Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nden çekilebileceğimizden söz etmesi, bu konudaki kaygıların yersiz olmadığını göstermiş oldu. Bunun ardından, Lozan Barış Antlaşması’ndan çekilmenin de dile getirilmesi
şaşırtıcı olmayacaktır!
1923 Lozan Barış Antlaşması’nın, Cumhuriyetimizin uluslararası düzeyde varlığının tanınması açısından “yaşamsal” önemde bir dönüm noktasını simgeleyen tarihsel bir belge olduğunda kuşku yoktur. 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi ise Atatürk dönemi Türk diplomasisinin Lozan’a ek olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesel egemenliğini tamamlayan çok büyük bir başarısını simgelemektedir.
Lozan Barış Antlaşması ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi Türkiye Cumhuriyeti’nin
iki temel taşıdır. Dolayısıyla özellikle
üst düzey devlet görevlerinde bulunan kişilerin bu
konularda son derecede dikkatli olmaları, konunun çeşitli boyutlarını
derinlemesine incelemeden konuşmamaları gerekir.
Bu konuların, sorunun teknik
ve hukuki tartışmalarının çok ötesinde, giderek anlamsızlaşan
boyutları vardır. Cumhuriyetimizin tarihi ve dayandığı temeller açısından önemli olan bu boyutların ve
uluslararası düzeyde ortaya çıkabilecek sonuçların göz ardı edilmesi çok büyük bir yanlış olur.
AİHS VE AVRUPA KONSEYİ ÜYELİĞİ
Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni 1954’te onaylamıştır. AİHS’de, taraf bir devletin sözleşmeden çekilmesine olanak veren
bir düzenleme vardır. Ama bu düzenlemenin kaleme alındığı 1950 yılı ile bugünkü
durum arasındaki önemli bir
fark dikkate alınmalıdır.
Bugün, AİHS’ye taraf olmak, Avrupa Konseyi
üyeliği için bir önkoşul olmuş durumdadır. Bir
devlet AİHS’ye
taraf değilse Avrupa Konseyi’ne üye olamaz.
Günümüzde, AİHM kararlarını uygulamamakta direnmesi nedeniyle
Türkiye, “Bakanlar Komitesi”nin gündeminde “sürekli”
biçimde yer almış durumdadır. Bir uzlaşma sağlanamazsa işin sonu “demokrasi,
hukukun üstünlüğü ve insan hakları” temeline dayanan Avrupa Konseyi’nden
ihraç edilmeye varacaktır.
Türkiye AİHS’den çekilirse bu sonuç
kendiliğinden ortaya çıkacaktır; çünkü AİHS’ye taraf olmaktan çıkan bir
devletin Avrupa Konseyi üyesi olarak kalmasına olanak yoktur.
47 devletin üye olduğu Avrupa Konseyi’nden çıkmak (çıkarılmak), Türkiye Cumhuriyeti’nin temel dayanaklarından biri olan çağdaş uygarlığa ulaşma hedefinden vazgeçmesi anlamına gelecek; Türkiye, Avrupa’da Belarus’tan sonra Avrupa Konseyi dışındaki ikinci devlet olacak; Avrupa Birliği üyeliği ise artık hayal bile edilemeyecektir.
Türkiye nereye götürülmek istenmektedir? Amaç, Türkiye’yi Atatürk ilkelerinden esinlenen, insan haklarına dayanan çağdaş ve laik bir hukuk devleti olmaktan çıkarıp “sözde” bir cumhuriyet, aslında sıradan bir “Ortadoğu Sultanlığı” haline getirmek midir?
MONTRÖ'DEN “ÇIKMAK”
Yukarıda belirttiğim gibi 1936 yılında bağıtlanmış olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Lozan’a ek olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesel egemenliğini tamamlamakta, Türk diplomasisinin çok büyük bir başarısını simgelemektedir.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi’yle Türk Boğazları üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği kesin olarak kabul edilmiştir. Yabancı bayraklı ticaret gemilerine geçiş serbestliği tanınması konusunda Türkiye’nin kabul ettiği yükümlülük, boğazlar üzerinde egemenlik yetkisini ortadan kaldırmaz. Türkiye’nin uluslararası yükümlülüğü “uğraksız geçiş” olarak adlandırılmış bir tür “geleneksel” geçiş özgürlüğünü tanımaktan ibarettir.
Lozan Konferansı’nda kurulmuş olan uluslararası nitelikteki “boğazlar Komisyonu”nun kaldırılması, boğazlar üzerindeki Türkiye Cumhuriyeti egemenliğinin bir göstergesidir. Türkiye, Türk Boğazlarından geçen gerek ticaret gemilerinin gerek askeri gemilerin Montrö Boğazlar Sözleşmesi açısından denetimini yapma yetkisini tek başına kullanmaktadır.
Türkiye, yıllarca süren İkinci Dünya Savaşı boyunca Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin özellikle savaşan devletlerin askeri gemileriyle ilgili hükümlerini titizlikle uygulamıştır. Türkiye hükümetlerinin bu güven verici tutumu nedeniyle taraf devletlerin hiçbiri 1956 yılında süresi dolmuş olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni sona erdirme girişiminde bulunmamaktadır ve sözleşme otomatik olarak yenilenmektedir.
Savaş sonrasında Sovyetler Birliği’nce dile getirilen bazı şikâyetler ve istemler de usta bir diplomasiyle karşılanmış ve sonunda Sovyetler şikâyetlerini ve istemlerini unutmak durumunda kalmıştır.
1960’lı yıllara kadar, 1953 yılında yaşanan Naboland adlı İsveç şilebinin Çanakkale Boğazı’nda Dumlupınar denizaltımıza çarpması sonucu 81 denizcimizin şehit olduğu facia dışında tek tük ve önemli zararlara yol açmayan kazalar, 1960’lı yıllardan başlayarak çok ciddi can ve mal kayıplarına, çevre kirliliklerine yol açmaya başlamıştır.
Bu durum karşısında, Türk makamlarınca, boğazlarımızdan geçen gemilerin hem kendilerine hem çevreye zarar vermemelerini sağlayacak önlemler almaya yetkili olduğu, Uluslararası Denizcilik Örgütü’ne (IMO) kabul ettirilmiştir.
Bu süreçteki çetin müzakerelerde görev almış olan Türk diplomatları, hukukçuları ve denizcilik uzmanları övgüyü ve kutlanmayı hak etmişlerdir. Türkiye çıkardığı tüzüklerle ve koyduğu kurallarla kaza sayısında ve can ve mal kayıplarında belirgin bir azalma sağlamıştır.
TÜRKİYE’NİN DURUMU
Montrö Boğazlar Sözleşmesi her tümcesi üzerinde tek tek durulacak, çok ustaca kaleme alınmış bir metindir. Her konuyu çok ustaca formüllerle düzenleyen böyle bir sözleşmede “çekilme” konusunda hiçbir hüküm olmaması ilginçtir.
Bunun, uluslararası hukukun genel ilkeleri uyarınca tanınması
gereken “çekilme” hakkı
bakımından bir engel oluşturmayacağı tartışılabilir ama bu noktada Türkiye’nin özel bir durumu vardır. Çünkü Türkiye, sözleşmenin uygulanmasında kilit bir rol
oynamak durumundadır.
Sözleşmenin
düzgün biçimde uygulanmasında “aleniyet”
sağlamak, geçen ticari ve askeri gemilerle ilgili bilgileri toplamak; taraf
devletlere düzenli bilgi vermek gibi çok önemli görevleri, Türkiye tek başına yerine
getirmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin “çekilmesi” Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin -deyim yerindeyse- “çökmesi” anlamına gelir.
Bu durum, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin askeri
gemilerinin Karadeniz’e çıkışlarına ciddi sınırlamalar
getiren hükümlerinden hiç hoşnut olmayan ABD için büyük bir fırsat olacaktır.
Montrö boğazlar Sözleşmesi’ne
taraf olmayan ABD, boğazlarımızda kendisinin etkili bir konumda olacağı bir
uluslararası yönetim
kurulmasını sağlamaya çalışacaktır.
Bu ortamda, kurulacak “uluslararası
kurtlar sofrası”nda Türkiye’nin durumu ne olacaktır? Türkiye
artık uluslararası ortamlarda saygın yeri ve ağırlığı olan “Atatürk
Türkiyesi” değildir. Montrö Boğazlar Sözleşmesi’yle kazandığı denetim yetkisini koruyabilmesi olası görünmemektedir. Sonuç kesinlikle
Türkiye’nin
aleyhine bir durum olacaktır.
SONUÇ
Türkiye, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’yle kurulmuş olan ve kendisine boğazlarımız üzerinde egemenlik ve denetim yetkisi sağlayan düzene son vermeyi ima edecek sözlerden bile uzak durmalıdır. Bunlar, Montrö'den rahatsız olanlara cesaret verici davranışlardır.
Montrö'den çekilmeye koşut olarak AİHS’den çekilmenin de gündeme getirilmesi, seçimler için kısa erimli söylemler olmanın ötesinde Türkiye’yi Atatürk çizgisinden bütünüyle ayırıp bir tür “Ortadoğu Sultanlığı” haline getirmeye mi yöneliktir?
Bu durum karşısında, muhalefetin, önemli de olsa kısa erimli geçici sorunların yanında
Cumhuriyetimizin temellerine yönelik
kaygı verici durumlarla ilgilenmeye öncelik vermesi gerekir. Ancak bu çok önemli ve “yaşamsal” sorunlarla ilgilenmekte sadece muhalefete
değil her yurttaşa ve her meslek örgütüne,
her sivil toplum kuruluşuna demokratik çerçevede görevler
düştüğü de bir gerçektir.
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
- Donald Trump'ın yeniden başkan olması dünya ekonomisini
- Ege'nin Gündemi'nde bu hafta!
- Dubai çikolatasına rakip
- Balbay'dan çarpıcı Saray kulisi!
En Çok Okunan Haberler
- Soylu'dan 'Özür dileriz' çıkışı
- Ölüm nedeni belli oldu
- AKP döneminde ne kadar harcanmıştı?
- 5 çocuğunu kaybeden anne yalanladı
- İşte AKP'li belediyelerin 'etkinlik' harcamaları!
- AKP ve CHP döneminin harcama raporu!
- MEB’ten skandal karar: Müdüre üstün başarı ödülü!
- Bahçeli ile görüşmesini anlattı
- Süper Lig'de yayın geliri dağılımı belli oldu!
- 'Bundan 25 gün önce de...'