Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete!

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Türkiye’de din ve siyaset ilişkisi hep hem gerilimli, ama aynı zamanda iç içe oldu. Cumhuriyet rejimi, seküler bir modernleşme projesi zemininde din konusunu başından itibaren bir tehdit olarak algıladı. Dinin tehdit olarak algılanması, laik rejimin katı bir dayatma çerçevesinde şekillenmesine neden oldu, din ve vicdan özgürlüğü ve temel hakların bu çerçevede baskılanması meşru görüldü. Bu anlayışın en son ürünü 28 Şubat müdahalesi ve hatta 2008’de AK Parti’ye açılan kapatma kararıdır. Kendine demokrat ve özgürlükçü diyen kimse bu gerçeği yadsıyamaz.

Dinden rant
Diğer taraftan, din konusu sağ siyaset havzası için, 1950’li yıllardan itibaren sadece toplumsal destek alanı olmakla kalmayıp hep siyasi rant konusu edildi. Hem bu gerçek, sadece İslamcı kesim ve partiler için değil, sağ milliyetçilik ve merkez sağ partiler için de geçerliydi.
O kadar ki, yetmişli yıllarda MSP lideri Necmettin Erbakan, partisini “dini suiistimal” etmekle suçlayan, AP lideri Süleyman Demirel’e cevaben, AP damgalı Kuranıkerim’leri basına göstererek asıl din suiistimalini AP’nin yaptığını ileri sürmüştü ve hiç de haksız değildi.

Batı destekledi
Dahası, merkez sağ öteden beri dini cemaatler ile çeşitli pazarlık ve ittifak ilişkileri kurdu, nihayetinde 12 Eylül askeri rejimi, aynı şeyi yaptı; hatta Türk-İslam Sentezi bu dönemde resmi ideoloji halini aldı. Soğuk savaş yıllarında, ABD öncülüğündeki Batı siyaseti de Müslüman ülkelerde, sol siyasetleri baskılamak üzere dini siyasetleri ve çevreleri sonuna kadar destekliyordu.
Bir yanda böylesi bir gerçek, diğer yanda laiklik adına din ve vicdan özgürlüğünü baskılayan siyaset anlayışı din ve siyaset ilişkisini alabildiğine marazi bir zemine taşıdı. Şimdilerde bu marazi ilişki, soğuk savaş döneminde dahi görülmeyen bir hal aldı ve din, iktidar partisi ve onun liderliğini yapan Cumhurbaşkanı tarafından tam bir siyasi silah haline getirildi.
İslamcı partilerin dahi veya hiç olmazsa açıkça, “şu partiye oy verirseniz imanınız zedelenir” dediğini hatırlamıyorum ama geçenlerde iktidar partisi milletvekili bir köşe yazarı, işi HDP’ye oy verenlerin namazının sakatlanacağını yazmaya vardırdı, dahası HDP’nin ülkeyi “Kâfiristan’a çevireceğini” iddia etti.
“Din”in kamusal alanda varlığı ve hatta siyasi söylemler içinde referans olmasına dahi itirazı olmayan biriyim. Ama benim bunlardan anladığım, dindarların özgürce kamu hayatı içinde dinsel inançlarını yaşayabilmesi ve bu yönde siyasi hakları talep edebilmesi. Mesela, muhafazakâr bir partinin ramazan ayı için özel düzenleme yapmasını, bir toplumsal talebin demokratik cevabı olarak düşünüyorum; siyasetçilerin dindar, başörtülü, namazında niyazında olmasının yadırganmasına hep muhalefet ettim.

Muhalif=dinsiz
Ancak dinin baskı aracı veya siyasi rant halini alması tümüyle farklı bir şey. AK Parti’nin bize, geçmişte olmayan özgürlüklerin yaşanması diye takdim ettiği “yeni Türkiye gerçeklerinin” demokrasi ve özgürlüklerden çok, dini baskı ve siyasi iktidar aracı olarak kullanması ile alakası var. Hem de çok çirkin bir biçimde. Artık muhalefet konusu dinsizlik ile eşitlenir hale geldi, kaldı ki, bu ülkede yaşayan herkesin dindar veya dini inanç sahibi olması zaruri olarak görülemez, görülürse o rejimin adı dini-otoriter sistem olur.
Özellikle CHP ve HDP’ye karşı, din üzerinden karalanma kampanyaları her gün daha beter bir hal alıyor. Özellikle, Kürt seçmeni HDP’den uzak tutmak için atılmadık çamur kalmadı. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın yurtdışında “domuz etli sandviç” yediği gibi bir habere bile tenezzül edildi.
İşler o kadar şirazesinden çıktı ki, HDP’li belediyenin su tasarrufu için başlattığı kampanyada kullandığı “kan akan musluk” afişleri HDP tehdit ediyor diye çarpıtılarak takdim edilmişti, ülkenin Cumhurbaşkanı bu çarpıtmayı tekrar edip duruyor.

Mezhep meselesi
Ama en çok kullanılan tema hep din ve hatta mezhep meselesi, o kadar ki Gezi olaylarından sonra, DHKP-C adlı örgütün savcı cinayeti bile “Alevilik” ile bağlantılandırıldı. Yeni Türkiye’nin birinci sınıf vatandaşının Sünni Müslüman olarak düşünüldüğü o kadar açık ki, Yavuz Sultan köprüsünün isminden değil vazgeçmek, bu ismin özenle ve sembolik olarak seçildiği o kadar belli oldu ki!
Tüm bunlar artık sıradan bir din suiistimali olmayı dahi aşmış, toplumsal barış, siyasal sistem ve hukuk düzenini hiçe sayan bir noktaya gelmiş vaziyette. Kısacası bindik bir alamete gidiyoruz “Kıyamet”e…  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

‘Yeni devlet’ 7 Ağustos 2017

Günün Köşe Yazıları