Nilgün Cerrahoğlu
Nilgün Cerrahoğlu nilgun@cumhuriyet.com.tr Son Yazısı / Tüm Yazıları

KIRIM 1: Kırım'ın en güzel 'yalı'sı Yalta

03 Ekim 2012 Çarşamba

Yalta’ya girdiğimiz anda kulağımıza ulaşan ilk haber Erdoğan’ın Ukrayna çıkarması için yaşanan telaş oldu…

Yalta’nın son çarlık sarayı “Livadiya”da uluslararası çok taraflı bir toplantıya katılması beklenen Türk Başbakanı için “otel rezervasyonu” sorun olmuştu. Kentin beş yıldızlı otel kategorisine giren tek oteli Oreanda’da… Başbakan için şaka değil “80 oda” istenmekteydi…

Başka ülkelerin devlet başkanları, başbakanları da naçizane aynı toplantıya katıldığından seferber edilen iyi niyete rağmen, 80 oda bir türlü bulunamamaktaydı.

Binbir güçlükle “60 oda” denkleyen farklı bir otelde sonunda karar kılındı. Ne var ki “80’den” “60’a” inen heyetin niye bu kadar kalabalık olduğu anlaşılmadı…

“YES Forum-Yalta European Strategy Forum/Yalta Avrupa Stratejisi Forumu” olarak bilinen toplantıya Erdoğan bunca geniş bir heyetle geliyorsa; acaba Amerikan, İngiliz, Rus heyetleri kaç kişiyle geliyor, sorusunu aramızda sormadan edemedik…

“Büyük güçler” bu çapta heyetleri bu kente beraberlerinde ancak dünyayı paylaştıkları 1945’teki Yalta Konferansı için getirmişler.

Bugün “YES” toplantısında Erdoğan’ı konuk eden tarihi Livadya Sarayı’nda 1945’te bir hafta boyunca bir araya gelen Churchill, Stalin ve Roosevelt; “Doğu Avrupa benim, Akdeniz senin!” diye Eski Kıta’yı aralarında bölüşmüşler…

Tarihin sıfırlandığı yer

Churchill, Stalin’e; “Küçük sorunlar için tepişmeyelim!” demiş: “Büyük Britanya İmparatorluğu ile Rusya söz konusu: Sen Romanya’da yüzde 90 nüfuz sahibi ol; ben Yunanistan’ı alayım. Yugoslavya’da da yüzde 50-yüzde 50 üzerinde anlaşalım.”

Öneri Rusçaya çevrilirken, bir kâğıt üzerinde yüzdeleri not eden Churchill, kâğıdı arkadan Stalin’e uzatmış. Stalin, kâğıt parçasına göz attıktan sonra Churchill’e iade etmiş. Masada kâğıda dokunmayan Churchill; “Bunu yakalım mı?” önerisinde bulununca Stalin; “Hayır olmaz!” diye itiraz etmiş: “O kâğıt sende kalsın!”

Churchill böylece milyonların hayatına hükmeden yüzdelerin yazılı olduğu kâğıdı usulca katlayıp cebine koymuş. II. Dünya Savaşı sonrasının düzeni böyle şekillenmiş.

Yalta’nın turist rehberlerinde anlatılan bu öykülerin kuşkusuz fazlası var eksiği yok. Livadya Sarayı’nın girişinde antrede hemen üzerinde bej örtülü geniş yuvarlak bir masa ziyaretçileri karşılıyor…

Masada konferansa katılan ülkelerin -ABD, İngiltere ve SSCB- bayrakları ve etrafında üç koltuk, on dört iskemle duruyor. Liderler, büyükelçi ve delegasyon şefleriyle bu koltuklara oturup bej örtülü masada “yüzdeler üzerinden” nüfuz alanlarını bölüşmüşler…

Arkadan “Bilardo Odası”na geçip; yaptıkları anlaşmaya imza atmışlar. Ve Çar II. Nikola’nın İtalyan Rönesansı stilinde yaptırdığı avluya çıkıp; tarih kitaplarına geçen omuz omuza o meşhur “Yalta pozunu” vermişler.

Bu koltuklara, bu görkemli avlulara, bu bahçeler ve parklara, dev delegasyonlara ev sahipliği yapan haşmetli masalara, çekilen fotoğraflara ve bu salonlara bakarken insan hep tarihin ne kadar kırılgan, cilveli ve değişken olduğunu düşünüyor…

Ne Büyük Britanya İmparatorluğu’ndan iz var artık, ne Sovyetler Birliği, ne “Yalta” ile şekillenmiş olan Soğuk Savaş...

Uluslararası düzenin vaktiyle temel taşları olan bu tarih paradigmalarının hepsi, bugün yaşını başını alan insanların ömür sürelerinde yıkıldı….

Yalta anlaşmasının ön görüşmelerinin yapıldığı “White Hall/Beyaz Salon”da hâlâ heykeli duran mitoloji kahramanı “Penelope”nin öyküsü gibi biraz...

Gün boyu ördüğü örgüyü geceleri söken ve her sabah örgüsüne yeniden başlayan Penelope’nin serüveni gibi tarih de yüz yılı tam bulmayan uzun bir ömür süresinde birkaç kez sıfırlandı…

Dört mutlu yazın hatıraları

Livadya’nın hele ikinci katına çıktığınızda, tarihin ne acımasızca güvenilmez olabileceğini hissediyorsunuz.

İkinci kat, 1911’de Livadya’yı yaptıran Çar II. Nikola’nın özel yaşam alanına ayrılmış.

Son Rus Çarı II. Nikola, Livadya’yı burada daha önce bulunan eski bir sarayın yerine inşa ettirmiş. Babası III. Aleksandr, hayata gözlerini o eski sarayda yummuş…

Babasının ardından Nikola çarlığı burada devralmış ve kısa sürede Alman asıllı bir prenses olan “Alix” ile evlenmiş.

Çariçeliğe terfi eden “Alix” de Protestan mezhebinden Ortodoksluğa burada geçmiş ve “Aleksandra Feodorovna” adı ile burada tekrar vaftiz edilmiş.

Hayatlarının tarihi dönemeçlerini Kırım’da yaşayan; Olga,Tatiana, Maria, Anastasia, velihat Aleksey’den oluşan dört kız, bir erkek çocuk sahibi olan çar ile çariçe, mutluluklarını buraya “yeni bir saray” yaptırarak perçinlemek istemişler ve yemyeşil bir park ile ince, uzun selviler arasından Rus çarlarının düşlerini süsleyen Karadeniz’e bakan bu sarayı yaptırmışlar.

Ancak Çar ailesi sarayda yalnız dört yaz geçirebilmiş…

Sarayın inşa edilmiş olduğu yıllarda hiç hesapta olmayan biçimde I. Dünya Savaşı patlak verince; Çar, “Karadeniz sahillerinde eğleniyor” izlenimi vermemek için savaş döneminde Livadya’ya gelmemiş.

1917 Bolşevik devriminde tahttan feragate zorlanınca, “sade vatandaş olarak bu saraya çekilmek istemiş” ama yerine ailesiyle birlikte kurşuna dizilmiş!

Duvarlar anlatıyor…

Livadya’nın ikinci katındaki “yemek odası”, “piyano odası”, “oturma ve çalışma odaları”na baktıkça insan... Bu sarayda geçirilen son birkaç yaz boyunca Romanov’ların kendilerini bekleyen sondan ne kadar uzak ve habersiz yaşamış olduklarını düşünüyor.

Orijinaline uygun biçimde hazırlanan sade yemek sofrasının bulunduğu odadaki aile fotoğraflarında tenis giysileri içinde görünen Çar, tasalardan uzak bir izlenim veriyor…

Bir duvarda prenses Olga ile Tatiana’nın yaptıkları renkli sulu boya resimler görülüyor. Onların yanında “Çariçe”nin tuvalinden çıkan çalışmalar sergileniyor… Resim dersleri alan kızlarıyla Çariçe de elinde fırça resim egzersizleri yapıyormuş. Geceleri sonra “piyano odasına” bir araya gelip hep birlikte müzik dinliyorlarmış…

Az yer tarihin dönekliğini Livadya’nın duvarlarında belgelenen bu mutluluk anları denli net anlatabilir…

 

Tarihin gelgitleriyle yolculuk

Bu benim Kırım’a üçüncü gelişim.

İlk iki sefer, merak ettiğim Karadeniz’in karşı yakasını, Dinyeper’den indiğim nehir gemileriyle ziyaret etmiştim. Bu yaz başı İclal Cankorel’den bu çok özel “Kırım gezisi” teklifini duyunca, sözü ikiletmedim….

Kırım gezisinin neden beni bu kadar heycanlandırdığını, tarihin inişli çıkışlı çalkantılarına tanıklık eden Livadya Sarayı’nın salonlarını yeniden gezerken tekrar fark ettim.

Geçmişin gelgitleri bir St. Petersburg’da, bir Kırım’da böyle bu kadar yakın ve canlı hissediliyor. Dünyanın gözlerimizin önünde yeniden şekillendiği günümüzde bu büyük tarih yolculuklarına farklı boyutta bir merak sardım...

Marmara Üniversitesi öğretim üyesi İclal Cankorel, 2001-2005 yılları arasında Kiev’de Ukrayna büyükelçisi olarak bulunan eşi Bilge Cankorel’le birlikte küçük bir dost grubuyla geziyi örgütleyince, bunun sıra dışı bir seyahat olacağını anladım. Ve hemen gruba katıldım…

Yalta’da geçirdiğimiz tek gecelik konaklama dışında hep Simferopol’de kaldık. Özerk Kırım Cumhuriyeti’nin merkezi Simferopol’den yaptığımız günlük turlarla Kırım Hanlığı’nın eski başkenti Bahçesaray’dan başlayan gezimiz boyunca; doğuda Kerç Boğazı’ndan, batı sahillerindeki Evpatoria’ya dek kıyıyı boydan boya dolaştık.

 

Kırım’ın en güzel ‘yalı’sı Yalta

Simferopol’a gitmek için uçakla İstanbul’dan havalandığınızda aslında kendinizi hemen Karadeniz üzerinde buluyorsunuz. Karadeniz’in bittiği yerde, kuşbakışı Ankara bozkırlarını andıran Simferopol’e iniş başlıyor.

Kırım’ın zaten dörtte üçü step. Simferopol, steplerin başladığı yere kurulmuş.

Ama aşağıda kıyıya indikçe, yemyeşil bir doğa başlıyor. Kıyıya paralel dağlar çünkü Rus steplerinden inen sert rüzgârlardan kıyıyı koruyor.

Böylelikle burada Fransız riviyerası “Cote d’Azur”le karşılaştırılan ılıman bir mikro klima oluşuyor…

Gezi boyu bize rehberlik eden Nariman Bey, Simferopol’den bir buçuk-iki saat alan Yalta’ya yaklaşırken; “Öncelikle Aluşta şehri yanından; Kırım dağları ile Angara boğazından geçeceğiz ve ‘yalı’-kıyı- boyuna düşeceğiz!” diyor.

Aluşta’ya yaklaşırken “Kırım kıyısında solumuzda Sudak, Kefe, Kerç; sağda Alupka, Balaklava, Akyar (Sivastopol) var!” diyerek Yalta’nın Kırım sahilllerinin tam orta yerinde bulunduğunu söylüyor: “Bu yöre Kırım’ın en güzel yerleridir. Savaştan önce tüm bu köyler yalnız Kırım Tatarlarının köyleri idi. Çok köyde eski camiler, mescitler, çeşmeler hâlâ duruyor. Şimdi buralarda ancak parayla yer alabiliriz. Ama artık çok pahalı. Sadece yeni Ruslar alabiliyor.”

İlerde Kırım’ın efsa-nevi Ayı Dağı yamaçlarındaki yeşil tepeler üzerindeki Gurzuf köyünü işaret ediyor Nariman Bey ve geçen yıl ölen Kırım Tatarlarının ünlü yazarı Cengiz Dağcı’yı hatırlatıyor. “İşte” diye gösteriyor: “Cengiz Dağcı’nın doğduğu ve romanlarında anlattığı köy budur!”

Nariman Bey anlatırken yol boyu zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Önümüzde geniş bir amfi biçiminde uzanan Yalta’nın girişinde asırlık selviler, palmiyeler, çamlar ve yamaçlarda yeşil üzüm bağları bizi karşılıyor...

 

‘Burada Çehov’un misafirisiniz!’

Taşı toprağı altın kentin girişinde önce hemen hörmet(!) talep eden trafik polislerince durduruluyoruz. Polisle uzun tartışmalar (pazarlık?) ve Kırım Tatar Derneğindeki kısa çay molasından sonra soluğu Çehovun evinde alıyoruz.

Anton Çehovun evi de eski bir Kırım Tatar köyü içine kurulmuş. Rus çarı gibi o da hayatının son beş yılını burada Yaltada, bu evde geçirmiş. Bu evi yaptırdığında zaten tüberkülozmuş. Kendisi de doktor olan Çehova, Yaltanınşifalı havasını -gerçekte meslektaşları olan!- doktorlar tavsiye etmiş. Tatar ustalarla on ayda inşa ettirdiği evin ayrıntılarıyla kendisi bizzat meşgul olmuş ve özellikle bahçeyi kendisi projelendirmiş; kat kat bahçeye ektiği tüm ağaçların eksiksiz bir listesini tutmuş

On kişilik grubumuza ayrıcalık tanıyarak yazarın evine diğer turistlerden ayrı olarak kabul eden Çehov müzesinin görevlileri bizleri Hoş geldiniz. Burada Çehovun misafirisiniz!diyerek karşılıyor ve anlatıyorlar: Dut ağacı, ayva, muşmula, bambu, manolya, selvi; Lübnan, Himalaya, Atlas türünde çeşitli tiplerde çam ağaçları ve vişneler…”

Liste daha çok uzun... Ben aklımda kalanları yazıyorum

Puşkinin doğumunun 100. yılına denk gelen 1899da bu eve ilk adım attığında Çehov, çok sevdiği Rus şairinin anısına özel olarak örneğin 100 gül fidanı da dikmiş. Bahçede her yaz açan Puşkinin güllerine ve yüzyıllık ağaçlara, o gün bugün dokunan olmamış.

 

Beyaz evin ‘mütevazı’ büyüklüğü”

Cennet bahçeye açılan dokuz odalı “beyaz daça”nın içine de giriyoruz…

Ev neredeyse çıplak denecek kadar yalın döşenmiş. Gerekli olmayan eşyalar yok. Ama Livadya’nın duvarları gibi Çehov’un evinin duvarları da konuşuyor. Çehov’un hiç gülümsemeyen portreleri, bu evde birlikte uzun sohbetler yapmış olduğu Tolstoy’la resimleri ve Moskova Sanat Tiyatrosu’ndan Çehov temsillerini sahnelemek için her yıl buraya Yalta’ya turneye gelen artist ve aktörlerin fotoğrafları duvarlarda dikkat çekiyor.

Resimler arasında en canlı olanı, yazarın Moskovalı tiyatrocularla birlikte “Martı” temsilini bir arada okurken çekilmiş olanı…

Yaşamının son yıllarında sade eserlerine can veren bu sanatçılar arasında enerji bulmuş gibi duruyor Çehov.

Zaten Moskova Sanat Tiyatrosu oyunculardan Olga Knipper’le de son yıllarda bir aşk yaşayarak evlenmiş. Ve “Vişne Bahçesi”, “Üç Kız Kardeş”, “Küçük Köpekli Kadın” gibi bazı en önemli eserlerini burada yazmış. 1904 yılında sonra Almanya’ya giderken bir dostuna “Ölmeye gidiyorum!” diyerek veda etmiş ve Almanya’da ölmüş.

Evden çıkarken, Thomas Mann’ın Çehov için söylediği sözler aklıma geliyor.

“Çehov’u çok sevmiştim” diyor Thomas Mann: “Çünkü onun hakkındaki her şey sükûnet ve mütevazı bir büyüklük dolu.”

Ne kadar doğru!

Anton Çehov’un “Beyaz evi” ve bahçesi tam böyle: “Mütevazı bir büyüklük dolu!”



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Trump’ın dönüşü 10 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları