Nilgün Cerrahoğlu
Nilgün Cerrahoğlu nilgun@cumhuriyet.com.tr Son Yazısı / Tüm Yazıları

İspanya Niçin Başardı Biz Başaramadık?

07 Haziran 2014 Cumartesi

Sevgili Ali Sirmen Şu Garip İspanyollar” başlıklı dünkü yazısında “İspanya, Franco’nun 1975’te ölmesinin ardından kısa sürede çoğulcu bir demokrasiye geçmeyi başarırken de doğrusu bizleri şaşırtmıştı” diyor ve ekliyordu:
“80’lerin başlarında ‘İspanya demokrasisi’ örneğini hayretle, gıptayla izlemekte, şu soruyu sormaktaydık: ‘Nasıl oluyor da, İspanya 39 yıllık Franco diktasından sonra, böylesine çoğulcu bir demokrasiye başarıyla geçiyor da Türkiye 25-30 yıllık çok partili deneyimine rağmen çoğulculukta yaya kalıyor?’
Sirmen’in yazısı beni alıp 80’li yıllara götürdü...
İspanya’nın demokrasiye geçişini tamamladığı 80’leri neredeyse baştan sona Madrid’de, Cumhuriyet’in Madrid muhabiri olarak yaşadım. O yıllarda Genel Yayın Müdürü olan Hasan Cemal’in Madrid’e ilk gelişinde tam Sirmen’in bahsettiği konuya işaret etmiş, “Hasan bak bizim çeyrek küsur asırda yapamadığımızı, burada 5-6 yılda hallettiler!” demiştim...
O zaman “demokrasi turlarının” henüz çok başında ve sisteme bugün yönelttiği “Kemalizm” eleştirilerinden çok farklı bir yerde olan Cemal, “Sen çocuk musun?” diyerek bana damardan itiraz etmişti:
“Türkiye’nin deneyimi hiç İspanya ile karşılaştırılır mı? Hele dur bakalım İspanya daha yolun çok başında!”
İspanya 1986’daki AB üyeliğini gerçi henüz gerçekleştirmemişti ama demokratikleşmenin temel unsurlarını çok büyük oranda geri dönüşsüz biçimde tamamlamıştı... Hasan Cemal’in İspanya örneği yanında Türkiye’nin ardındaki o uzun yıllara dayanan demokratik serüveninin birikimine güveni, beni sonsuz şaşırtmıştı. Diyaloğun aklımda kalmasına yol açan neden zaten bu müthiş gizemli özgüvene şaşırmış olmamdı...

Çoğulculuk ‘özde’ değil ‘sözde’ olunca
Türk entelijansiyasında üst üste yaşanan darbelere rağmen, o yıllarda Türkiye’de sahici bir “çok partili demokrasi deneyimi” olduğuna dair genel geçer ve çok yerleşmiş bir algı vardı...
Bize yıllarca 46 sonrasında “çok partili yaşama geçildiği” söylenmiş, bunun bir demokratikleşme miladı olduğu ortak kabul görmüş; resmi anlatılar, yaygın algı bunun üzerine kurulmuştu.
Bir ülkede birden çok partinin var olmasıyla, çoğulculuk-demokratikleşme altyapısının gerçekten var olması ve yaşanması arasındaki büyük farkları toplumca, -heyhat!- açılması ile kapanması bir olan AB’ye katılım sürecinin Kopenhag Kriterleri faslının 2000’lerde önümüze konmasıyla anladık...
Hâlâ büyük kabul gören söylem, çok partili sisteme ve dolayısıyla “çoğulculuğa”, Türkiye’nin 20. yüzyılın ikinci yarısında fiili biçimde geçtiği şeklinde...
Bu “çoğulculuğun” ne denli “sözde” olduğunu, çok daha seri ve kısa bir sürede “işlemi” tamamlayıp beri yana geçen İspanya’nın, “özde” çoğulculuğunu gördüğümüzde anlıyoruz...
İspanya bir turnusol diğer deyişle!
Sevgili Sirmen’in “Neden onlar yaptı, çoğulcu demokrasiye, hoşgörülü topluma geçti de biz geçemedik” sorusuna dönecek olursak İspanya’daki 39 yıllık diktatörlüğe rağmen varsayımın aksine... İberik ülkesinin çok partili sisteminin çok daha köklü ve sağlam temeller üzerine oturduğunu teslim etmemiz gerekir...
“Çok partili sistem” adı altında Türkiye’de AKP öncesinde yaşananlar, devletin tek merkezli otoritesinin sınırlarını belirlediği dar kalıplar ve dar alanda paslaşmalardan ibaretti.
Bunu bir “tek partili sistemin” kendisini farklı şekillerde klonlaması olarak okumak da mümkün...
Siyasi İslamın devleti ele geçirdiği 2000’lerin “ileri demokrasi” aşamasından -hiç bahsetmiyorum bile...

Görüntü ve aslı arasındaki fark
Sorun Türkiye’de temelde daima otoriter ve baskıcı kalan bir sisteme gölge oyunu gibi “çok partili sistem görüntüsü”nün monte edilmesinde ve en son “ileri demokrasi” faslında olduğu gibi gerçek niteliğinden tümüyle farklı, hakikati tamamen perdeleyen tanımların, ideolojik tercihlerle yapıştırılmasında.
Gerçekle örtüşmese de siyasete uygun etiket ne ise Türkiye’de sisteme o yapıştırılıyor.
Siyasi söylem ve tartışmalar bu yapay, zorlama, bulunduğumuz şu son “ileri demokrasi” veçhesindeki gibi uyduruk, sanal zemin üzerine kuruluyor. Sadece güçlü propaganda makinelerinin çalışmasına ve yoğun algı kirlenmesine yol açan bu durum, birlikte üzüm yemek yerine bağcı dövmeye yarıyor. Gücünü İspanya’daki gibi yalnız gerçekten alan kıyasıya bir demokrasi/ diktatörlük mücadelesi bu yüzden yapılamıyor.
“Demokratikleşme” hakkındaki tüm tartışmalar, tarafların yalnızca birbirini vurmak için kullandığı cephaneliğe dönüşüyor ve göz gözü görmeyen bir kavga gürültüde “dön baba dönelim hacılara gidelim” türünden bir araçsallaştırmaya yarıyor.
Ağır kutuplaşma yerine, azami müştereklerde bir araya gelmek üzerine yükselen İspanya’nın “demokrasiye geçiş” sürecinden bu çok farklı bir iklim.
Buradan devam ederiz.   



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Trump’ın dönüşü 10 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları