Nilgün Cerrahoğlu
Nilgün Cerrahoğlu nilgun@cumhuriyet.com.tr Son Yazısı / Tüm Yazıları

Değişimin Motoru ‘AKP’ Olunca…

10 Haziran 2014 Salı

Bu mini diziye Ali Sirmen’in hatırlattığı “İspanyollar neden çoğulcu demokrasiye, hoşgörülü topluma geçti de biz geçemedik” sorusuyla başlamıştık…
Demokrasiye geçişin gerçekleşmesi için bir ülkede her şeyden önce geniş bir orta sınıfın olması gerekiyor.
İspanya’da Franco’nun son döneminde böyle bir orta sınıf oluşmuştu. ’60’ların sonu, ’70’li yılların başında; bizde ancak yeni yeni erişilebilen boyutlarda bir orta sınıf vardı İspanya’da.

Vizyonlu siyasi sınıf
Bunun yanı sıra İberik yarımadasında Türkiye’de hiç olmayan başka bir şey daha vardı: Dört dörtlük bir siyasi sınıf!
Franco’nun ölümünden tam iki gün sonra, 22 Kasım 1975’te, henüz 37 yaşındayken taç giyen Juan Carlos; diktatörlüğü arkada bırakmak isteyen ülkeye “umut” verebilmişti.
İspanya parlamentosu Cortes’teki “taç giyme” konuşmasında, İspanya’da “yeni bir dönemin açıldığını” ilan eden genç kral, Tejero’nun ’81 darbesinin savuşturulmasında da önemli bir rol oynamış; siyasi aktörler arasındaki “tarafsızlığını” hep korumuş, devletin zirvesinde “tutkal” rolü oynamıştı.
Geçen haftaki “tahttan feragat” açıklamasına neden olan skandallara dek, İspanya’da aslında pozitif bir figür olan kral, demokrasinin ilk kritik yıllarında Bask ve Katalan milliyetçiliğinin ayrılıkçı gerilimlerine karşı “birlik ve bütünlüğü” muhafaza etmekte işlevsel bir simge haline gelmişti.
Kralın öne çıkarılan bu “emniyet supabı” konumunun yanında, demokrasiye geçiş mimarisinin ana hatlarını çizen tarihi Başbakan Adolfo Suarez de… Türkiye’de benzerine rastlamadığımız türden bir hoşgörü örneği ile sol uçta.. komünist partinin önünü açtı.
Aslen kendisi eski bir Frankocu olan Suarez, tarihin karşısına çıkardığı görevin mahiyetini kavramıştı. Aşırı sağdan gelmesine karşın, komünist partinin yasaklarını kaldırmakta sakınca görmüyor, İspanyol komünistlerinin tarihi lideri Santiago Carrillo’nun 38 yıllık sürgün hayatına son veriyordu.
İspanya’da seçimle işbaşına gelen ilk Başbakan Suarez’in başlangıçtaki bu “hoşgörü vizyonu” olmasaydı, demokrasiye geçiş yaşanamazdı.
Demokratikleşme sürecinin sağ ve sol uçtaki iki anahtar ismi bu nedenle Suarez ile Carrillo’dur…
İki lider, bir milyon kişinin can verdiği iç savaşın hesaplaşmalarına olası bir geri dönüşü İspanya’da engelledi. Hiçbir zaman “şiddete ve kamplaşmalara” çanak tutmadı.
Bizde tam tersine demokrasi getirdiğini(!) iddia eden bir Başbakan, bugün tümüyle ters yönde, hep kutuplaşmaları kaşıyarak politika yapıyor.

Çifte standart duvarı yoktu
İspanya’da karşılıklı yumuşamayı sağlayan en önemli faktör, kuşkusuz AB projesiydi.
O yıllarda, büyük genişlemeleri henüz yaşamamış olan AB, İspanyol demokrasisinin mutlak garantisi görülüyor; hoşgörü, refah, ilerleme ve modernizasyon aracı sayılıyordu.
“Proje” İspanya’da, müzakerelerdeki pürüzlere rağmen, tüm partiler ve toplumun bu sebeple desteğini alıyor; “değişimin motoru” şeklinde değerlendiriliyordu.
En parlak yıllarını yaşayan Brüksel’in Madrid nezdinde inandırıcılığı tamdı. Brüksel cephesinde de kimse, İspanya’nın projeye bağlılığından kuşku duymuyordu.
Taraflar arasında, Türkiye ile olduğu gibi bir çifte standart duvarı, yalan rüzgârı yoktu. Siyasi liderler, Kopenhag Kriterleri ile eş anlama gelen AB taahütlerine angaje olmuşlardı.
İspanya’da neredeyse tamamını yaşadığım AB müzakereleri döneminde, liderlerin, bizde her gün tanık olduğumuz türden demagoji, popülizm, retorik yaptığını görmedim…
’77’de başlatılan, on yıldan kısa sürede ’86’da tamamlanan AB’ye giriş sürecinde, herkes, bir tarihi bahis yaşandığının bilincindeydi ve bu “bilinç”le hareket ediyor, kartlarını ona göre oynuyordu…

AKP’nin ‘hafızası’
’86’da İspanya’yı AB’ye sokan başbakan olarak tarihe geçen sosyalist lider Felipe Gonzalez de keza.. demokrasiye geçişin diğer liderleri gibi hep aynı güçlü “tarihi sorumluluk” duygusuyla davrandı ve kendisinden önce çizilmiş olan çerçevenin hiç dışına çıkmadı.
O yıllarda Cumhuriyet için yaptığımız bir söyleşide, hiç unutmuyorum, gelinen noktada kendisine düşen en önemli görevin artık Montesquieunun güçler ayrılığını hayata geçirmek ve İspanyol devletini modernleştirmek” olduğunu söylemişti.
Bizim ise açıkça; “Biz ne Montesquieu’nun, ne Rousseaunun çıkardığı bir partiyiz. Bu işin hafızasını biz kendimiz oluşturduk!” diyen bir başbakanımız var.
20. yüzyılın son diliminde demokrasiye geçişini tamamlayan İspanya, Türkiye’nin aksine, tam doğru zamanda, doğru siyasiekonomik konjonktürde, doğru liderlerle, doğru yerdeydi.
Bu unsurları biz hiç bir araya getiremediğimiz için, demokrasi randevusuna hep geç kaldık…
İfade özgürlüğünün, güçler ayrılığı ve demokrasi mücadelesinin önemine, dijital çağda Türkiye’de de artık sonunda uyanan kitleler var.
Ama heyhat bu uyanış, demokrasi hayalinin elimizden tümüyle kayıp gittiği bir döneme rastlıyor...
Bu trajik gecikmeye hüzünlenmemek, üzülmemek elde değil.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Trump’ın dönüşü 10 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları