Bizim büyük suskunluğumuz

23 Aralık 2015 Çarşamba

Ekranlardan yükselen çığlıklar odalarımıza doluyor.
Bir kız yere düşüyor. Bir anne feryat ediyor. Abi çıldırıyor.
Biz ağlıyoruz. Canımız yanıyor. Kalbimiz sıkışıyor.
Sonra ekran kararıyor ve hayat devam ediyor.

Can aynı can, kalp aynı kalp...
Yandı diye, sıkıştı diye hiçbir şey değişmiyor.
Yeni cinayetlere, yeni savaşlara, yeni felaketlere hazırlıklıyız.
Bu düzen değişmez; vicdanımızın gücü hiçbir şeyi değiştirmeye yetmez sanıyoruz.
Nihayetinde susuyoruz.
Hep birlikte büyük bir suskunluğu onaylaya onaylaya öğrenilmiş korkularımızın arkasına saklanmış; aleyhimizde şekillenen tehditkâr bir düzenin semirişini izliyoruz.
Cinayet ve cinnet diliyle inşa edilen bir cehennemi uzaktan, olabildiğince uzaktan seyrediyoruz.
Sanki ateş kendiliğinden sönermiş gibi; sanki suskunluğumuzun gücü bizi o alevlerden korumaya yetermiş gibi...
Sınırlı merhametlerle yetinmeye çalışıyoruz.
Küçük günlük tecrübelerimizde sağlamalarını yapıyoruz merhametimizin.
Mesela savaşa doğan ve sokakta yaşayan o çocuklarda deniyoruz sabrımızı.
Her sabah, daha gün ağarmadan belli ki zorla kaldırılıyorlar yataklarından.
Ayaklarını sürüyerek ve gözlerini ovuştura ovuştura, dolaşıyorlar otomobillerimizin arasında.
Trafik suçlarının peşine düşen ama insanlığa ait bu büyük suçu görmezden gelen kameraların kadrajına yılgın kelebekler gibi konup kalkıyorlar.
Kırmızı ışıkta duran otomobillerin buğulu pencerelerini tıklatıp para istiyorlar.
Çoğu kez, üzülerek, kızarak ya da umursamayarak yapılan bir el hareketiyle uzaklaştırıyoruz onları yanımızdan.
Bazen camı aralıyoruz; o küçük avuçlara bir şeyler bırakıyoruz.
Avcundakine bakıp cebine koyan çocuk o an için ayak sürümekten vazgeçiyor; şöyle bir dikleşiyor, sanki azıcık boy atıyor ve sekerek diğer bir otomobile doğru koşuyor.
Üç, dört terslenmeden sonra yeniden gölgesinin içinde ufala ufala yok oluyor.
Uzaktan kaçamak bakışlarla onu seyrediyoruz.
Sonra yeşil ışık yanıyor...
Tüm arabalar gaza basıp gidiyor.
Az önce yaşanan büyük trajedi tekerlerin altında bir anda eziliyor...
O gidişin, gidebilişin rüzgârında vicdan adına, merhamet adına, sorumluluk adına ne varsa artık darmaduman...
Acının minik hayaletleri gibi seher vakti otobanlarda beliriveren o çocuklar, kırmızı ve yeşil ışıklarla aydınlana karara hayatı öğreniyorlar.
Biz hiçbir şey öğrenmiyoruz.
Bizim büyük suskunluğumuzun ağırlığının altında hızla ölmekteler; görmüyoruz.
Oysa insanın öğrendiği ilk şey görmek.
Ardından konuşmak geliyor; sonra da susmak ve nihayetinde katlanmak...
Çok azımızın aklı isyana kayıyor.
O isyan da büyük suskunluğun buharında boğuluyor.
Biz; yanı başımızda olan bitene bakarken susan, susabilen bunca insan...
Uzaklarda olan bitenlere gerçekte ne kadar üzülebiliriz?
Ekranlardan fırlayıp kulaklarımıza dolan çığlıklar, doğaldır bir an onu işiten herkesin kalbini yakar.
Vahşice öldürülmüş uzun siyah saçlı bir genç kızın cesedi hepimizin vicdanında bir süre çaresizce yatar.
Ama sonra ışık yeşile döner... Biz gaza basar gideriz.
Yanan sönen ışıklar, duran ve çalışan ve yine duran akıllar....
Nihayetinde hep birlikte suskunluğun atına atlar, kaçabileceğimiz kadar uzağa kaçarız.
Uzaklara kaçtığımızı sanırken, her seferinde dibe, en dibe, daha da dibe batarız.
Bizim büyük suskunluğumuz; bizim büyük günahımız.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Yanık saraylar 4 Ağustos 2021
Patron çıldırdı 30 Temmuz 2021

Günün Köşe Yazıları