Feyzi Açıkalın

Ne ekersen onu biçersin

22 Aralık 2016 Perşembe

Rusya büyükelçisinin suikasta kurban gitmesi bir çok soruyu da beraberinde getirdi. Bunlardan birisi de, 22 yaşlarındaki o genci bu noktaya getiren süreçti. O, henüz sekiz yaşındayken Türkiye’de yönetimi devralan bir düşüncenin mi, yoksa geçtiği böyle bir eğitim sürecinin üstündeki yeni şekillenmelerin mi ürünüydü? İster istemez kendimle karşılaştırma yaparken buldum birden…

1960lı yıllarda, Amerikan Marshall yardımı ile gelen süt tozundan yapılmış içecekle okula başlardık. Çağdaş bir aydınlanma projesi olan Köy Enstitüleri çıkışlı öğretmenlerimizin nezaretinde sınıflarda içtiğimiz andımız ise, o kötü süt tozu ürününden çok daha değerliydi! Varlığımızı armağan ettiğimiz değerleri haykırırken, göz ucuyla yanımızdaki arkadaşımıza bakıp, yarıştığımızı anımsıyorum.

Sevgili öğretmenim Hasan Eminoğlu o yumuşak ses tonuyla derslerimizi bir zeka oyununa çevirirdi. Tartışılan, sınıftaki herkesin katılımını sağlayan ezberden uzak bir eğitimdi, o günlerde sunulan.

Cumartesi günü, hafta sonu tatiline girerken dağıttığı, müfredat gereğince bakanlıktan gelen dergiler dünyamızı renklendirirdi. Bunun yanı sıra gezerek, deneyleyerek, sorgulayarak çevremizi de keşfettik.

Alanya’daki antik şehirleri, Anadolu Selçuklusunun tarihini sonradan dolma bilgilerle değil, bizzat giderek, yerinde öğrendik. O değerleri, bugün siyasi slogan haline getirenlerden farklı olarak içselleştirdik.

Bayramlarda kendimizin yaptığı graben kağıtlarıyla sınıfımızı süsledik. Yerli malı haftasında tahta sıralarımızın üstüne serdiğimiz örtüleri annemizin kavurduğu fıstık, ceviz, keçi boynuzu, narenciye ile doldurduk. Kamu kurumlarını, yerel idare işleyişini daireleri ziyaret ederek öğrendik. Telgraf çekimi bile yaptık, hemen yanı başımızdaki küçük, köhne PTT binasından…

Yavrukurt olacağımız gece yani 23 Nisan, 29 Ekim gibi ulusal bayramlarımızın öncesinde sabaha kadar uyuyamadık. Heyecandan ayaklarımız dolaştı, geçit töreni sırasında…

Yedi yıllık yatılı öğrenci maratonumun başladığı okulumun öğretmenleri de köy enstitülü idi.

Beden eğitimi öğretmenimiz, ulusal bayramlarda en ciddi geçen okul olmamız için üstümüze titrerdi. Spor karşılaşmalarında, müzikte ve o yıllarda yapılan liseler arası bilgi yarışmalarında en iyi olmaktı okulun hedefi. Belli bir görüşün değil, dünya insanı olarak yetiştirildik, donatıldık; Türkiye’nin o yıllardaki bütün okullarında uygulanan yaygın ve örgün eğitimin gereği olarak…

İlkokuldaki andımız, yavrukurt giysilerimiz bizi kafatasçı, ırkçı milliyetçi yapmadı. Ne Amerikan süt tozu ne de Amerikalı Barış Gönüllüsü öğretmenlerimizin bizi Amerikancı yapmadığı gibi.Ulusal değerlerimize bağlı, modern dünyayla bağlaşık yurtsever insanlar olduk hepimiz.

22 yaşındaki o suikastçı çocuktan farklı olarak yetiştik. On dört yıl önce, “Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin; laiklik Cumhuriyet ve milliyetçilik gibi bir çok temel ilkenin yerini daha çok katılımcı, daha adem-i merkezi, daha çok Müslüman bir yapıya devretmesi zorunluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum” diyerek insan eğitmeye başlayan sistemin ürünü olan çocuktan… Kim bilir benzerlerinin kaç adet ve hangi kurumlarda olduğunu bilemediğimiz… Ne denli kararlı olduklarını kestiremediğimiz…



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları