Feyzi Açıkalın

Gezi’de ertesi gün

31 Mayıs 2017 Çarşamba

Gezi Park’ından, iş dönüşü yolumu kısaltmak için geçerdim. Belki Taksim’e doğru hafif yokuşlu oluşundan, belki de güneşe kavuşmayı bekleyen Akdenizliliğimden, park bana biraz kasvetli ve yorucu gelirdi. 28 mayıs 2013 sabahında, işte böyle bir Gezi hayal ederek haberleri izledim.

Yaklaşık otuz yıl sonra bir kez daha gittiğimde olaylar başlayalı on gün olmuştu. On koca gün… Taşradan, “Gözleri sürekli açık İstanbul’u dinlediğini zanneden” birisi olarak, bize izlettirilen penguenlerin ne çok işe yaradığını o an gördüm. Gezi’de olanları hiç ama hiç anlamamıştım…

İstiklal’den girdiğimde, o yeni oluşturulmuş beton yığınındaki görüntüyü ancak zihnimdeki “aftermath” fotoğraflarıyla çakıştırdım. Hani şu, savaş sonrasında çölün ortasındaki yanmış, devrilmiş tanklar ya da bir doğal felaket sonrasındaki kalıntılar arasında gezinen insanı gösteren fotoğraflar.

Ama buradaki fark, zayiat gören(!) araçların bir fuar alanındaki gibi sıralanıp ziyaretçiye açılmış olmasıydı. Pembeye boyanmış, ucuna da aynı renkten bir kravat iliştirilmiş iş makinalarının önü anı fotoğrafı çektirmeye gelenlerle doluydu. Bu, benzeri “aftermath” ler içinde bir ilk olmalıydı!

Nutkum tutulmuştu. Heyecanımı, benim gibi, 40 yıl önce yolu ODTÜ’den geçmiş bir arkadaşıma telefon açarak paylaştım. Komer’in arabasının yakılması bizden önceydi ama hala demek ki, geçmişe bir taşıyıcı olarak belleğime yer etmişti…

O bölgeyi bırakıp biraz ilerleyince, yabancı sanatçıların ciddiyetle bir şeyler çiziktirmekte olduğu bambaşka bir “barış” dünyasına girdim. Alana girişteki, ganimet inşaat demirlerine şekil verilerek yapılmış dilek ağacı, “modern zamanlar arzuhalcisi” gibi ince mesajlar taşımaktaydı. 

Gezi Parkı merdivenlerin hemen önünde, değişik guruplarca açılan stantlarda ise sloganlar sergilenmekteydi! Yanı başlarında, grev ve boykotların olmazsa olmazı halay çekiliyordu. Ama bu kez grev önlüğü giyilmeksizin ve usulüne uygun olarak…

Parkın içi ise bir başka alemdi. Kendimi bir, “Kim kimdir?” yarışmasında hissederek, topluluğu anlamaya çalışıyordum. Orada herkes vardı… Her sosyal gurup ya da oluşumun çadırlarına iliştirilmiş, “günün anlam ve önemine uygun!” farklı yazılar, sloganlar kıskanılası bir zeka gösterisiydi. Sonradan, Gezi’den bu denli korkulmasının, onun bir tehlike olarak sürekli hedef gösterilmesinin en büyük nedenin bu zeka olduğunu anlayacaktım. Gerçekten korkutucuydu!

Topluluk için söylenecek ilk söz insanların beraber olmaktan, bunun dayanışmaya dönüşmesinden çok mutlu olduklarıydı. Oradaki, “Türkiye’nin iyi İnsanları” nın nezaketi, duyarlılığı görülmeye değerdi. Kalabalıklarda ayakkabısının üstüne basılmaya, paçaları parçalanmaya alışmış birisi olarak binlerce kişi arasından hiç “değilmeden!” yürüdüm…

Beri yanda, Çarşı’nın bıçkın abileri, yanmış bir polis aracının içine oturttukları mahallerinin klarnetçisi eşliğinde “Ah, İstanbul” şarkısını en yanık haliyle söylemekteydiler. Ellerindeki biraları saklayarak; araca girip bakınan meraklı gözlere aldırış etmeden, gösterişsizce ve alandaki kentlilerle büyük bir uyum içinde…

Derken, futbol taraftar gurupları alana giriş yaptı. Top görse mertek diyecek binlerce insan onları coşkuyla karşıladı. Büyük kaynaşma oluşuyordu. Bir ara büyük bir Türk bayrağı taşıyarak gelenler merdiven önünde istiklal marşı okuyup, hemen ardından birilerine taş attılar. Buram buram provokasyon kokan olay Gezi’nin isimsiz abilerince hemen bastırıldı. Demek ki dayanışma bu anlamda da kurulmuştu…

Çektiğim video ve fotoğraflar şarjımı bitirince geri döndüm. Beşiktaş vapur iskelesinde büyük bir dinginlikle otururken, halkın kendiliğinden oluşan bu dayanışması cezasız kalmaz diye düşünüyordum. Çünkü bu birliktelik çok tetikleyiciydi. Başka şeylerin mümkün olduğunu gösteriyordu, umut veriyordu.

Nitekim sistem o ruhu ortadan kaldırmak için her şeyi yaptı, yapıyor. Başarabiliyorlar mu? Adı üstünde; ruh… İstediğin kadar masaya vur, gitmiyor. Çünkü bedenlere girdi, somutlaştı…



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları