Aydın Engin

Veba - Kolera - Hekim

03 Kasım 2014 Pazartesi

“Farkında mısın, ocağı kapatırsan işçiler aç kalır.”
Bu yıvışık cümle Soma sonrasında sık dillendirildi. Şimdi de Ermenek için yinelenmekte.
Şırnak’ta eğimsiz, neredeyse 90 derecelik açıyla inen kuyuya çıkrığa iple bağlı sepete konup aşağı yollanan ve kör kuyunun dibinde kazma sallayıp linyit çıkaran işçiler için de madenin sahibi benzer cümleyi kurmuştu: “Bura Şırnak beyim. İş yok, aş yok. İnmeyip de n’etsin; indirmeyip de nideyim?”
Soma’da maden işçilerinin konuştuğu röportajlardan cümleler cımbızlanmış; 301 maden emekçisi kömür olmuşken, öteki ocaklara inmeye devam eden işçiler örnek gösterilmiş, “Tarımla geçinmeleri mümkün değil. Tek geçim kaynağı kömür için ocağa inmek” denmişti.
Bu acımasız mantık tek cümleyle özetlenebilir: Ya yukarıda aç kalacak ya da yerin yedi kat dibinde ölümle burun buruna yaşayacaklar!..
Seçim de işçilere bırakılıyordu: Veba mı istersin, kolera mı?
Kimse “Ne veba, ne kolera; çare, tıp bilimi ve hekimdir” demiyor.
Devletin amansız, aralıksız, acımasız denetim görevi eksiksiz yerine getirilirse ne maden göçer, ne yangın çıkar, ne su basar, ne midibüs devrilir. Çökse de, yansa da, devrilse de can kaybı olmaz.

***

Yaşı uygun olanlar hatırlar, Türkiye’de bu kanlı mantığın tohumu 1980’in 24 Ocak’ında atıldı. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel ekonominin direksiyonunu -gönüllü ya da gönülsüz- Turgut Özal’a bıraktı. Özal da “serbest piyasa ekonomisi” gibi cafcaflı bir ad takılmış bir ekonomik modeli uygulamaya soktu.
Ancak o dönemde Türkiye’de işçi sınıfı sendikal örgütlenmede acemilik yıllarını geride bırakmış, kısaca “sarı sendikacılık” denen sınıf uzlaşmacı sendikal çizgiyi reddetmiş, grev silahını kullanmakta hüner kazanmıştı. 24 Ocak kararları denen ve sermaye sınıfının önündeki engelleri, özellikle işçilerden kaynaklanan engelleri acımasızca tasfiye etmek hedefine kilitlenmiş model işçilerin duvarına çarptı. Uygulanamıyor, uygulanması kesintiye uğruyordu.
Generaller imdada yetişti. 12 Eylül 1980’de silah zoruyla iktidara el koydu. DİSK sendikaları kapatıldı; yönetici kesimi ve fabrikalardaki öncü işçiler tutuklandı. Daha uslu sendikalar yasaklanmadı ama “sarı sendikacılık” yapmalarının bile önüne geçildi.
Sermayedar sınıfın bayramı başladı. Dönemin Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin, 12 Eylül faşizmini en iyi açıklayan cümleyi kurdu: “Şimdiye kadar biz ağladık onlar güldü. Şimdi sıra onlarda.”
Onlar dediği işçilerdi. Sahiden de ağladılar, ağlatıldılar, ağlatılıyorlar.
Halit Naringil’ler ise o gün bugün gülmekteler.

***

Serbest piyasa ekonomisi sahiden de 19. yüzyılın vahşi kapitalizmine bir dönüş müdür?
Bu sığ bir yorum olur.
20. yüzyılda emperyalizm aşamasına sıçrayan kapitalizm, 21. yüzyılda da bir basamak daha aşıp küreselleşme aşamasına tırmandı. Bu bağlamda elbette 19. yüzyıl kapitalizmine bir geri dönüşten söz edilemez.
Ancak piyasa ekonomisine bir de serbestnitelemesinin eklenmesi kimseyi aldatmasın. Serbest olan sadece sermaye, özellikle finans sermayesidir. O artık bütün ulusal sınırları engelsiz kısıtsız aşıp, teknolojinin sağladığı olanaklarla 24 saat açık borsalara kavuştu. Yerkürede “Tokyo - Frankfurt - Londra - New York - Tokyo - Frankfurt - Londra - New York” döngüsü içinde finans sermayesi dörtnala dolanıyor.
Sosyalist sol ise derin bir programatik bunalım yaşıyor. Sendikalar dünya ölçeğinde etkisizleştiriliyor. Sosyal devlet kavramı silikleştiriliyor, kazanımları kazınıyor; kimi düzenbaz kalemlerce “arkaik, modası geçmiş, nostaljik” bir kavram olarak sunuluyor.
İşte tam da bu koşullarda, sosyal devlet yolunda acemi adımlar atıp bazı kazanımlar elde etmiş Türkiye’de Özal’la başlayıp, AKP iktidarında iyiden iyiye azgınlaşan bir serbest piyasa ekonomisi uygulanmakta.
Tamam, 21. yüzyılda devletin ayakkabı, elbise, kaputbezi, tuz, kibrit, soda, sigara üretmesi yanlış. Ancak serbest piyasa ekonomisi bununla yetinmiyor; devletin ekonominin bütün alanlarından tam olarak çekilmesini ve daha da önemlisi ekonominin denetiminin de yine sermayedar sınıfa bırakılmasını istiyor; bunda diretiyor ve büyük ölçüde de dediğini yaptırıyor. Eğitim ve sağlık alanında epey yol aldılar. Yakında yargının, hatta hapishanelerin bile sermayedar sınıflara devredilmesini isterlerse şaşmayalım…
Ülkemizde bu model çok kilit sektörlerde dahi özelleştirme olarak yürütüldü, yürütülüyor. Madencilik sektöründe ise rödovans sözcüğünün ardına saklanılarak kamu mülkü olan madenlerin özel sektöre kiralanması ve çıkarılan cevherin de kamu tarafından piyasa fiyatından hem de devlet garantisi verilerek satın alınması demek olan bir ayıplı sistemle yürütülüyor. Bu sistemin sonucu da Soma, Ermenek, Zonguldak.
Maden Mühendisleri Odası’nda başkanlık yapmış bir arkadaşımın deyişi ile “Türkiye’de en az 250 tane Soma var. Soma’dan sonra 249 kaldı. Ermenek’ten sonra da 248.”
Devletin ekonominin bütün dallarından tam olarak çekilmesi, AKP iktidarında her türlü denetimin de yok edilmesi ya da göstermelik hale getirilmesi olarak kavrandı. Denetim firmaları da özelleştirilerek kuzular kurtlara teslim edildi.
O yüzden kimse madenleri işleten, sabah akşam “Kâr, daha çok kâr, sadece kâr, hep kâr, olabildiğince çok kâr, ne pahasına olursa olsun kâr” duasıyla ibadet eden maden işletmesi sahiplerini günah tekesi kılmasın; suçu onların açgözlülüklerine yıkıp ellerini yıkamaya kalkmasın.
Soma’daki 301, Ermenek’teki 18, Yalvaç’ta devrilen midibüsteki 17 emekçinin ve sırasını bekleyen “248 Soma”nın hesabı sorulacaksa, önce devletin dizginlerini elinde tutan, denetlemeyen, devletin bu en asli ödevini bile yerine getirmeyen ve bunu bilinçli bir tercihle yapan siyasal iktidardan sorulur. Maden sahipleri, görevini yapmayan teknik adamlar filan daha arka sıralardadır…  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

25 ay 13 gün sonra 16 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları