Aslı Aydıntaşbaş

Bu gemi batmaz

11 Mart 2018 Pazar

Kepçeyle aldıkları insanları teker teker geri alıyoruz.” Bu sözün kime ait olduğunu tam olarak hatırlamıyorum. Sanırım 2011’de cemaatçi polislerin Oda TV davası diye başlattığı gazeteci tutuklama furyası sırasında, evinden karga tulumba alınıp 4 gün sonra bir gece yarısı hâkim önüne çıkarılan meslektaşlarımızdan birinin akıbetini beklerken ortaya söylenen laflardan biriydi.
Muhtemelen, o gün bu gündür hapisteki gazetecilerin hukukunu savunan ve kampanyalar organize eden Elif Ilgaz veya “Dışarıdaki Gazeteciler” grubundan başka birine aitti bu laf.
Ne kadar da doğruymuş. Zaman içinde gördük ki, Türkiye Cumhuriyeti, sahiden dönem dönem topluca tutuklanan insanların teker teker adalet aradığı yerin adıymış.
Uzun zamandır Silivri’ye gitmemiştim. Meraklı bir gazeteci için bile sevilesi bir yer değil Silivri... Daha önceki ziyaretlerimde hep ürpertiyle ayrılmıştım. O dönemden bu yana Türkiye’de siyasi tutuklu sayısı, yüzlerce kat arttı. Silivri, hâlâ Balyoz ve Ergenekon davalarıyla sembolleşen o sevimsiz, ürpertici yer.
Cuma sabahı Silivri’deki dev cezaevi kompleksinden içeri girmek için uzun bir araba kuyruğu vardı. Binlerce aile, mahkeme salonu ya da açık görüşte yakınlarını görmek için arabalarıyla Silivri’ye gelmişti. O kadar ki, kapıda uzun bir kuyruk oluşmuştu. O gün öğrendim ki Esenler Otogarı’ndan kalkan, üzerinde “Silivri Cezaevi” yazan bir belediye otobüsü varmış. Otobüs geldiğinde, içerisinden çoğunluğu başörtülü onlarca kadın indi...
Cumhuriyet davası bu diğer davalardan biraz farklı. Bu karanlık dönemin sembollerinden. Bu yüzden de tüm dünyanın ilgiyle izlediği, Türkiye’deki gidişatı ölçmek için baktığı bir barometre özelliğini taşıyor...
Cuma günkü duruşma, Balyoz davalarının yapıldığı devasa duruşma salonunda görülüyordu. Bir basket sahasından bozma tuhaf bir mekân. Bir ucunda mahkeme heyeti, diğer ucunda aileler. Ortada sanıklar.
Aslına bakarsanız o sabah Silivri’ye giderken, Türkiye’nin ay sonunda Varna’daki Avrupa Birliği zirvesi öncesinde Batı’yla ilişkilerini “toparlama” mecburiyeti yüzünden, o gün en az bir tahliye olacağını tahmin ediyordum. Ama iki oldu. Hem Murat, hem Ahmet geldi aramıza. Çok güzel oldu.
O gece ben ve bir çok gazeteci, uzun zaman sonra ilk kez iyi hissettik. Diyarbakır’dan Hatay’a, Edirne’den Hopa’ya milyonlarca insan, başını telefonundan kaldırıp evdekilere dönerek “Ahmet Şık bırakılmış” dedi. Bizim ev gibi on binlerce evde sessiz bir “Oh” çekildi.
Günün birinde diğer gazetecilerin, siyasilerin, haksız yere cezaevlerinde kalan insanların bırakılacağı ümidi doğdu.
Ancak bu, “buruk” bir sevinç. Karşımızda hâlâ kötücül bir düzen, kalitesiz bir bürokrasi, trajikomik bir hukuk var. Mantığın olmadığı bir yerde adalet aramanın zorluğu var.
Buruk bir sevinç çünkü Ahmet ve Murat tahliye olsa da aynı davadan yargılanan Akın Atalay, hâlâ içeride...
Cemaatçi polisler en azından sahte delil üretir, gizli tanık getirir ve belli bir komplo yaratarak sizi hapiste tutardı. Şimdilerde kimse sahte delil üretmeye tenezzül bile etmiyor. Cumhuriyet davasında “FETÖ’ye yapıldı” dedikleri ödemelerin pideci ve parkeciye yapıldığı, iddia edilen suçların hayali olduğu çoktan kanıtlandı. Tanık olarak çıkarılanlar da, bol bol dedikodu malzemesi verse de, sadece yargılanan Cumhuriyet yöneticilerinin masumiyetini gözler önüne sermiş oldu.
Haliyle dava hâkiminin “bu geminin kaptanı” diye tanımladığı Akın Atalay neden hâlâ tutuklu?



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Yaklaşan facia 6 Eylül 2018
Bu mu devlet aklı? 26 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları