Ötelere Uzanan Bir Acı: Hrant Dink...

18 Ocak 2013 Cuma


Altı yıl önce iğrenç bir cinayete kurban giden
Hrant Dink ile hiç tanışma fırsatım olmamıştı. Ama şimdi, ölümünün ardından benim için acısı ötelere, çok öncelere uzanan bir derin acıya dönüştü.
Ellili ve altmışlı yıllardaki çocukluk ve ilkgençlik dönemlerim, o zamanın Moda semtinde, çokkültürlü bir atmosferde geçti. Çocukluk arkadaşlarım Türklerin yanı sıra Rumlardan, Ermenilerden, Yahudilerden, Kürtlerden ve Avusturyalılardan oluşma bir etnik örgünün parçalarıydı.
O zamanlar sadece adlarımız farklıydı.
Bu farklılık, adlarımızdan başka hiçbir şeyi çağrıştırmazdı.
Hele
“etnik farklılık” gibisinden söylemlere bütünüyle yabancıydık. Hepimiz aynı mahallenin, aynı semtin çocuklarıydık. Sonradan dünyaca ünlü bir tiyatro insanı olacak olan rahmetli Mehmet Ulusoy, mahallede kurduğumuz çetemizin reisiydi. Haftada ya da on beş günde bir, Cem Sokağı’ndaki Katolik kilisesinin arka bahçesinde, çalı çırpı ve kereste artıklarından yapılma “çete merkezi”nde toplanıp yeni yaramazlıklar planlardık.
Çete, çocukluk yıllarımızla birlikte dağıldı. Ama eski “
çeteciler” olarak arkadaşlıklarımız çok daha uzun sürdü. Hatta ilkgençlik yıllarımızın başlamasıyla, bu arkadaşlıklar üzerine sanıyorum daha bir titrer olduk. Çünkü ortaokul ve lise dönemlerimiz başlamıştı ve o dönemlerde hepimiz, etnik farklılıklardan oluşma bu arkadaşlıklarla geçmişte hep zenginleştiğimizin bilincine varmaya başlamıştık. O zamanlar elbette bu zenginleşmenin “farklı kültürlerden gelme” olgusundan kaynaklandığını söyleyebilecek birikimimiz yoktu.
Ama böyle bir zenginleşmeyi ve onun beraberinde getirdiği aşılanmaları dolu dizgin yaşıyorduk.
Agop’uyla, Yano’suyla, Mario’suyla, Milena’sıyla, bizim için dünyalar güzeli Madam Antuvanet’iyle -ilk kocası rahmetli Hikmet Bey’di- , Janet’iyle, Albert’iyle, Kunze kardeşlerle, adlarımızın neden farklı olduğunu hiç sorgulamaksızın, nedenlerini o zamanlar tam olarak bilemediğimiz bir zenginliğin tadını çıkarıyorduk. Çocukluğumda annemin beni götürdüğü ya da eve çağrılan doktorların adı Diamandopulo ve Jirayir’di. Eczacımız Melih Bey’di. Ermeni mutfağının ilk örneklerini Janet’in annesinin elinden ve bir de Madam Antuvanet’in sofrasında tatmıştık. Noel gecelerinde Kunze’lerle birlikteydik. Bayramlarımızda onlar bizimle olurlardı. Bazı arkadaşlarımızın yortuları ise hayatlarımızın eşsiz renkleri arasındaydı.
Sonra, zamanla tenhalaşmaya başladık. Örneğin Rumlardan gidenler, Ermenilerden taşınanlar oldu. Bu tenhalaşmanın nasıl bir yoksullaşmaya yol açtığının ise ne yazık ki çok geç farkına vardık.
İş işten çoktan geçmişti. Neyse ki hatıralar var, dedim yıllarca kendi kendime, onları hiçbir şey gölgeleyemez. Hiçbir şey yaralayıp kanatamaz. Ama sonra, bir 19 Ocak günü, gazeteci Hrant Dink kendi gazetesinin, Agos’un önünde kurşunlanıp öldürüldü.
Şimdi, her cumartesi derslerimi vermek üzere aynı binada bulunan Ümit Çırak Atölyesi’ne girerken ve çıkarken üstünde
“Hrant Dink… burada öldürüldü” yazan, kaldırıma gömülmüş, kara renkli bir taşın yanından geçiyorum. Benim hatıralarım ise artık kıpkırmızı – tam altı yıldır kanamakta!

\n


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları