Doksanıncı yılında ‘yanlış okunan’ Cumhuriyet (1)

14 Mart 2016 Pazartesi

Bir süre önce, bugün artık yanlış, öyle okunmakta olan bir cumhuriyetin, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin 90. kuruluş yıldönümünü geride bıraktık. Bunca uzun bir yanlış okuma döneminin ardından belki de cumhuriyetimiz, gözlerini açtığı her yeni günle birlikte hâlâ hayatta ve ayakta olduğuna artık kendisi de şaşırıyordur!
Bugün artık on beş milyonluk nüfusunun yaklaşık on dört milyonunun okuma ve yazma bilmediği bir ülkede yaşamıyoruz. Tersine, okuma ve yazma bilmeyenlere tek tük rastlanan bir ortamın pırıl pırıl “karanlığı” içerisindeyiz. Böylesi, düşünebilecek en tehlikeli karanlıklardır. Çünkü düzmece parıltıların yansımalarını taşımayan özgün karanlıklar, içinde bulunanları aslında aydınlıkta oldukları gibi bir yanılsamaya sürüklemez. Oysa yüzeyleri türlü yalanların cilasıyla parlatılmış karanlıklar, yoğunlaşmalarının gittikçe artan temposu ile ters orantılı bir biçimde aydınlık yanılsamaları saçar.
Cumhuriyetin kuruluşunun 90. yıldönümü nedeniyle yazdıklarımdan bu yana bu bağlamdaki konular epey çeşitlendi. Örneğin Cumhuriyet tarihimize değgin tartışmalar, bir “enkaz edebiyatı” söylemiyle zenginleşti – elbette bu söylemdeki “enkaz” sözcüğünden Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisini değil, fakat bu yapının son on iki yılda nasıl bir enkaza çevrilmek istendiğini anlamak koşuluyla!
Eski yazdıklarıma gündemin yeni maddelerini de ekleyince, bu haftaki yazımı iki bölüm halinde düzenlemek kaçınılmaz oldu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kısa bir tarihçesi…
29 Ekim 1923 tarihinde kurulan Cumhuriyet, Batı’da Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıma sürüklediği öteki imparatorlukların, örneğin Avusturya-Macaristan ya da Habsburg İmparatorluğu ile Alman İmparatorluğu’nun oluşturduğu zeminlerinkinden çok farklı bir zeminde inşa edildi. Andığım iki imparatorlukta değişim, devletin adındaki “imparatorluk” sözcüğünün yerini “cumhuriyet”e bırakmasıyla sınırlı kaldı. Eski toplumsal-kültürel temel ise varlığını korudu. Çünkü bu temel, Rönesans’tan süzülüp gelmiş, Reform hareketini, 18. yüzyıldaki Aydınlanma’yı, Büyük Fransız İhtilâli’ni yaşamış, Bilimsel Devrim’i ve Sanayi Devrimi’ni tamamlamış, sınıflı yapısı oluşmuş toplumlara özgü bir temeldi. Sonuç olarak bu ülkelerde kurulan cumhuriyetler sadece devletin yönetim biçimindeki bir değişikliğin ifadesi niteliğini taşımıştı.
Aynı büyük savaşta uğranılan yenilgi sonucu yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun “sonrası” için ise durum çok farklıydı. Çünkü devletin yıkımı aslında eski toplumsal-kültürel temelin geri kalmışlığından kaynaklanıyordu. Devlet, 20. yüzyılın endüstrileşen dünyasında artık çokuluslu bir imparatorluk kimliği ile varlığını sürdürebilme olanağını yitirmişti. İnsan malzemesi Rönesans’ın, Reform’un, Aydınlanma’nın, Bilimsel Devrim’in, Sanayi Devrimi’nin kenarından bile geçmemiş, her türlü sınıfsal karakterden yoksun bir inanç toplumunun, başka deyişle toplumsallaşma sonucu ortaya çıkmış bir toplum bile sayılamayacak bir cemaatin görünümünü taşıyordu.
 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları