Biz Sevmeyi Ne Zaman Unuttuk?

16 Haziran 2014 Pazartesi

Yukarıdaki, bir-iki aya kadar çıkacak bir deneme kitabımın adı. Theo Angelopoulos’un unutulmaz filmi “Sonsuzluk ve Bir Gün”de, bilincini çoktandır yitirmiş yaşlı annesinin yatağında oturan adamın sorduğu o müthiş soru: “Söylesene anne, biz sevmeyi ne zaman unuttuk?”
Kim derdi ki bir gün gelecek ve ben o gün, keşke annem hayatta olsaydı da aynı soruyu ona yöneltebilseydim diye düşünecektim: “Söylesene anne, biz sevmeyi ne zaman unuttuk? Sen ki, bana çocukluk yıllarımda öğretmenlik günlerini anlatırken hep insanların hiçbir ayrım tanımaksızın birbirlerini sevdikleri, birbirlerine ve kendilerine, hepsinden önemlisi de yaşadıkları Cumhuriyet’e güvendikleri bir ülkeden söz ederdin! Oldu mu gerçekten böyle bir ülke? Yani masal değil miydi anlattıkların?”
Değildi herhalde. O ülke, yaşlanmakta olan bir beynin, bir zihnin yarattığı bir sanrı değildi. Bir düş değildi. Gerçeğin düpedüz kendisiydi. Çünkü ben de çocukluk yıllarımın bir bölümünü öyle bir ülkenin bir mahallesinde yaşamıştım. Rumlarla, Ermenilerle, Musevilerle, Kürtlerle, Lazlarla dolu, değişik adlar taşıyan, ama hiçbiri de neden adlarının birbirinden bunca farklı olduğunu merak etmeksizin “çocukluk arkadaşları” olan bir mahalle. Bayramların ve yortuların birlikte yaşandığı, Noel ve Paskalya çanlarının ezanlara karıştığı, yortu sofralarını iftarların izlediği bir ortam.
O zamanlar, bir gün gelip birbirimizi sevmeyi unutabileceğimizi, bu sevgisizlik yüzünden gittikçe tenhalaşacağımızı aklımızın kenarından bile geçirmediğimiz günlerdi. Mustafa Kemal’in yaktığı laiklik ve tam bağımsızlık meşalesinin henüz hayatımızı ve ortalığı aydınlatmayı sürdürdüğü günlerdi.
Sonra 6-7 Eylül faciası geldi ve hayatımın en büyük travmasını yaşadım. İstanbul’da “Gayrimüslim”lerin işyerlerinin ve evlerinin yakılıp yıkıldığı, talan edildiği, sonsuz bir gece.
Hayatım boyunca yaşadığım gecelerin en kapkarası.
Ertesi günü geri kalan, Pera’nın, Beyoğlu’nun kökü yüzyıllara uzanan kozmopolit, yani çokkültürlü örgüsünün perişan kalıntılarıydı.
O günden sonra, giderek artan bir yoğunlukta olmak üzere, artık insanları sevmemiz gerektiğini değil, “bazı” insanları, “hangi” etnik grupları neden sevmememiz gerektiğini öğrenmeye başladık.
“Gel, kim olursan ol, gel!” diye seslenen Mevlâna’nın, “Aşk gelicek cümle eksikler biter!” diye yankılanan Yunus’un ezgileri, nefret çığlıkları arasında yitip gitti.
Annem, iyi ki artık hayatta değil.
Ve ben iyi ki ona sorma olanağından yoksunum: “Söylesene anne, biz sevmeyi ne zaman unuttuk?”
Cumhuriyet’in ilk öğretmenlerinden olan o kadın, bu kapkara sorunun cevabını bilemezdi ki!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları