Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Uludere'de yer gök ağlıyor/2
Hüsnü Encü çocuğunu hiç öpemeyecek
Birden bana bir güç geldi, cesetlerin, parçalanmış katırların arasında Hüsnü’yü aramaya başladım, bir umut, içimden dua ediyordum, ‘Allahım, belki ölmemiştir, belki yaralıdır.’ Sonra onu gördüm, yüzünün yarısı kopmuştu, tek gözü, tek kulağı kalmıştı, ciğerleri dışarıdaydı. O zaman ayaklarım beni taşımadı, yere oturdum, kocamın yarım kalmış yüzünü kucakladım.”
Hüsnü Encü, 26 yaşındaydı. Adı ustaya çıkmıştı, köyde kimin damı akar, kimin suyu kesilirse Hüsnü ustaya başvururdu o da hiç yakınmadan, damları onarır, patlamış su borularını tamir ederdi. Arada da kaçağa çıkardı.
Semire köyün en güzel kızıydı. Hüsnü onu ilk gördüğünde âşık olmuştu, yaş 16’ydı, kavim etmişti, “Ben bu kızı alacağım,” diye... Semire’nin de gözü başkasını görmüyordu, illa da Hüsnü usta, illa da…
Gün gelmiş, muratlarına ermişlerdi. Pek bir güzel olmuştu düğünleri, bahardı, kuzuların melediği aylardı. Köydeki erik ağaçlarının tek tek beyaza kestiği bir zamandı.
Günler aylar geçmişti mevlam onlara bir çocuk vermiyordu. Semire, köyde her doğan çocuğa içi ezilerek bakıyordu. O ne zaman çocuğunu kucağına alacaktı?
Bu böyle olmaz dediler ve Şırnak’taki hastanenin yolunu tuttular, Semire tam sekiz yıl her ay Şırnak’a giderek tedavi gördü. İki ay önce doktorlar müjdeyi verdiler, Semire gebeydi. Dünyalar Semire’yle Hüsnü’nün olmuştu. Hüsnü karısını nereye oturtacağını, nasıl besleyeceğini bilmiyordu. “Emret sultanım,” diyor başka bir şey demiyordu.
O gün, “Ben de çocuklarla kaçağa gideceğim,” demişti, “hem onlara göz kulak olurum, hem de bize artık çok para gerek. Çocuğumuz olacak, çocuğumuz!”
Dört saate kalmaz dönecekti
Semire güle oynaya kaçağa giden çocuklarla, kocasına bakıp hiç kötü bir şey düşünmemişti, cep telefonları açıktı, zaten dört saate kalmaz döneceklerdi.
Semire televizyon izliyordu, telefonu çaldı, yengesiydi, “Semire, ben sana geliyorum,” demişti yengesi. O, gene hiç kötü bir şey düşünmemişti, yengesi her zaman gelirdi. Ama kapıyı açtığında yengesinin kötü bir haber getirdiğini anlamıştı, iki kadın birbirlerine sarılıp, “Hadi” demişlerdi, “Gidip ölülerimizi toplayalım.” Sonra birden yengesinin aklına Semire’nin gebe olduğu gelmişti, Semire’ye “Sen gelme, burada kal” diyesi olmuştu ama Semire paltosunu sırtına alıp çoktan yola koyulmuştu.
Semire bundan sonrasını şöyle anlattı: “Elimizde fenerler oraya vardığımızda, önce ne yapacağımızı şaşırdık. Ortalık cehennemdi. İnleme sesleri vadiyi tutmuştu.
Birden bana bir güç geldi, cesetlerin, parçalanmış katırların arasında Hüsnü’yü aramaya başladım, bir umut, içimden dua ediyordum, ‘Allahım, belki ölmemiştir, belki yaralıdır.’ Sonra onu gördüm, yüzünün yarısı kopmuştu, tek gözü, tek kulağı kalmıştı, ciğerleri dışarıdaydı. O zaman ayaklarım beni taşımadı, yere oturdum, kocamın yarım kalmış yüzünü kucakladım, orada ne kadar kalmışım bilmiyorum, yengemler gelip beni cesetten ayırmışlar, köye gelmişiz. Birileri beni bir arabaya atıp, Şırnak’a götürmüş, doktorlar beni kendime getirmeye çalışmışlar.
‘En az bir hafta burada kalsın, çocuk zarar görmesin,’ demişler. Ben ‘Hastanede kalmam demişim, beni de kocamın yanına gömün’ demişim. Beni alıp köye getirmişler, cenaze gömülürken hiç ağlamadım, gözyaşım akmadı. Cenaze sonrası bütün gece uluyarak ağlamışım… Komşular, akrabalarım başımda beklemiş.”
Yalan, teselli bulamıyoruz
“Semire şimdi nerede kalıyorsun,” diyorum, “Kayınvalidemde” diye yanıtlıyor. “Kaynanamla birbirimize sarılıp teselli bulmaya çalışıyoruz, o oğlunu ben kocamı yitirdim, yalan teselli bulamıyoruz.”
“Çocuğunu düşün,” diyorum, “kocandan sana kalan bir armağan, diye düşün onu, o yaşasın…”
Bunları söylerken, çevremdeki kadınlara, erkeklere, çocuklara bakıyorum. Böyle bir travmanın en az hasarla geçip gitmesi için burada ve diğer ölüm çıkan köylerde en az bir yıl psikologlar görev yapmalı. Birilerinin bu, bir arada kaldıkça acıları artan, hiç eksilmeyen insanlara bir şeyler söylemesi gerekiyor. Bir teselli, bir insanca sıcaklık gerek.
‘Onlara hoşça kalın diyemiyorum’
Az sonra Diyarbakır’a gitmek için Mahmut’la yeniden yola koyulacağız. Ömrümde ilk kez birileriyle vedalaşıp hoşça kalın diyemiyorum. Öyle sessizce arabaya binip el sallayarak yola koyuluyoruz. Dönüşte Mahmut da ben de tek kelime konuşamıyoruz, nereden başlasak ki...
Ey umut neredesin?
34 kişinin hayatını kaybettiği katliamda, bir o kadar da katır telef olmuş, uzun bir sessizlikten sonra erkeklerden biri ortaya bir soru atıyor. “Devlet hiç olmazsa telef olan katırlarımızın parasını öder mi?”
Soru, havada kalıyor, birden analardan birinden bir ses yükseliyor: “Sakın ola ki, bize çocuklarımız için para teklif etmesinler. Hangi para bir çocuğun değerini karşılar ki, böyle bir kavim, böyle bir söz olur mu?”
Analar, arkadaşlarının sorusuna hep birlikte yanıt veriyorlar: “Ciğerlerimizi söküp aldılar bizden, bunun parası olur mu? Ben ciğerimi, ben oğlumu isterim. Oyy oğul oyy, gel oğul gel!”
Erkekler başları önlerine eğik, derin bir sessizliğe gömülüyorlar. Dışarıda kar olanca hızıyla yağıyor, bir süre sonra birlikte paylaşılan ekmek bitecek, çay bitecek, şeker bitecek, sigaralar tükenecek? O zaman ne yapacaklar? Geride kalan bebelere süt gerek, geride kalan çocuklara ayakkabı, elbise gerek.
Gene kaçağa çıkılacak ve her seferinde kadınların yürekleri ağızlarında kaçak dönüşünü bekleyecekler. Bu her gün tekrarlanan bir işkenceye dönüşecek, her kaçak çıkışı, herkes ölen çocukları anımsayacak. O dehşet gecesi, katırların altından toplanan organlar, donan yaralılar tekrar tekrar anımsanacak.
Sınır köylerinin kaderi bu denilecek, bu kaderi değiştirmek için hiçbir şey yapılmayacak, bu köyler, buranın insanları yok sayılacak.
Gençler köylerinde hapis
Gene bir sessizlik, hiç başıma gelmemişti, kendimi zorlayarak birkaç teselli cümlesi kurmaya çalışıyorum ama bildiğim bütün sözcükleri unutmuş gibiyim. Sözün bittiği yer bu olsa gerek. Ve bir atasözüne canı yürekten katılıyorum, “Ateş düştüğü yeri yakar.”
Çevremdeki insanların acısını ne kadar hissedebilirim ki öyle yabancı yabancı oturuyorum. Ben buralardan gidiciyim ama acı buralarda kalıcı.
Erkeklerden biri, “Gençlerin sayıları elli altmış var. Köyde zor tutuyoruz, zorla hapis yaptık onları. Çünkü köyden çıktıklarında, askerler onları yakalayacak, çünkü görüntülerini almışlar. Bekliyorlar” diyor.
Felek sözü alıyor, “Daha iki gün önce, erzakımız bittiği için yeğenimi Şırnak’a erzak almaya yolladık, Şırnak’ta tutuklamışlar onu. Şimdi içerde.”
Konuyu biraz daha açmalarını söylüyorum.
Anlatıyorlar:
“Taziye çadırlarının kurulduğu gün kaymakam gelmişti. Biz kaymakamı severiz, hoş gelmiştir, sefalar getirmiştir. Kaymakam çadırda asılı olan, demin burada da açtığımız ölülerimizin fotoğraflarını gösteren afişi kaldırmamızı istemiştir. Gençler itiraz etmiştir, bu arada kaymakam hırpalanmıştır. Bu olay istemeden olmuştur, işte o sırada görüntü alıyorlarmış, bizim gençlerde o görüntüler de var. Şimdi köyün başına kadar çıkabiliyorlar, Gülyazı’yı geçemiyorlar orada tugay var ve hepsinin görüntüsü var. Yani bu da bir başka eziyettir.”
Daha da anlatıyorlar: “Bir husus daha var. Bu olaydan sonra, 12 yaşındaki çocuklar bile, biz dağa çıkacağız demeye başladılar. Okul da manasını yitirdi onlar için, ‘kaçak yerine dağda vuruşarak ölürüz’ diyorlar. O zaman analarımız organlarımızı toplamazlar, o zaman en çok bir kurşun deliği olur gövdemizde, analarımız sarılıp ağlarlar.”
‘Ben yok oldum artık bunu anlarsın’
Donup kalmışım, birden Felek, Reyhan ve ben birbirimize sarılıp ağlıyoruz. İkisi birden cep telefonlarını açıp oğullarının fotoğrafını öpmeye başlıyorlar. Felek soruyor, “Çocuğun var mı?”, “Var,” diyorum, “O zaman anlarsın,” diyor. “Ben yok oldum artık bunu anlarsın.”
Daha da anlatıyorlar: “Erkan var ya, canım ciğerim, neşeli, her daim şakacı bir çocuktu. Yılbaşı için okulda kendisine bir Noel Baba şapkası yapmıştı. Arkadaşlarının her birine birer hediye yapmıştı. Yılbaşı günü şapkasını giyip hediyeleri ev ev dağıtacaktı, gözlerinin içi parlıyordu. Ne oldu şimdi? Noel Baba şapkası da hediyeler de yandı, kül oldu.”
Katırı olmayan ev yok
Bu ıssız coğrafyada, acılı Ortasu köyünde çaresizlik öylesine yoğun hissediliyor ki, söz bitiyor. Erkeklerden biri “Katırların yem zamanı geldi” diyor, köyün başında bizi karşılayan 12 yaşındaki Salih, bizimle ölümlerin anlatıldığı o küçük odaya gelmek istemiş sonra ansızın bir şey hatırlamış gibi, eliyle başına bir şaplak indirmiş “Ama ben gelemem ki” demişti, “katırlara bakmam lazım.” Ardından, köyün öbür ucundaki evine bir an önce varmak için koşarak uzaklaşmıştı. Bir zamanlar hayvancılıkla uğraşan köyde, uzun yıllardan beri ahırlarda sadece katırlar var. Çünkü süren savaş nedeniyle bir zamanların verimli meraları şimdilerde birer savaş çöplüğü. Ayrıca katırlar fedakârdır, onar kiloluk rengârenk mazot bidonlarını hiç yakınmadan sırtlarında bir sınırdan ötekine taşırlar. Buralarda katırı olmayan tek ev yoktur. Kaybolan, yolda bulunan katırlar doğruca köyün muhtarına getirilir, yediemin gibi sahibi çıkana kadar muhtar o katırlardan sorumludur.
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- CHP'li Günaydın'dan Bakan Tekin'e tepki!
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
- Donald Trump'ın yeniden başkan olması dünya ekonomisini
- Ege'nin Gündemi'nde bu hafta!
En Çok Okunan Haberler
- 250 bin TL'nin getirisi ne kadar?
- İstanbul'un 7 ilçesinde yarın su kesintisi uygulanacak
- İstanbul'da aile katliamı
- İktidarın '25 Kasım' korkusu
- AKP sayesinde bu düş de gerçek oldu!
- Malatya depremi: 'Endişe verici' diyerek uyardı!
- Akalın'dan İYİ Parti'yi karıştıracak açıklama
- Hedefteki teğmenlerle ilgili yeni gelişme!
- Gökçek döneminde belediyeden geçen karar pes dedirtti!
- Türk ordusunun Kubilaysızlaştırılması