60. Venedik Bienali günah mı çıkarıyor?

20 Ekim 2024 Pazar

Dünyanın en köklü sanat olaylarından biri hiç kuşkusuz Venedik Bienali. Bu yıl 60. kez gerçekleşti. 24 Kasım’da kapanmadan önce gidip görmek bana ancak nasip oldu. Sıcağı sıcağına duygularımı ve izlenimlerini paylaşmak istedim.

ANA ÇERÇEVE: ÖTEKİLEŞTİRDİKLERİMİZ

Venedik Bienali’ni mutlak görmek istememin başlıca nedeni bu yılki ana serginin küratörü Adriano Pedrosa’nın seçtiği ve kurduğu ana çerçeveydi. “Yabancılar Her Yerde” başlıklı ana serginin kavramsal açılımını anımsatayım:

Günümüzde tüm dünyaya egemen olan şiddetin, gerilimin, kaosun, bunalımın baskının gerisinde hep şunlar yok mu? Yabancı düşmanlığı, ayırımcılık, ırkçılık, ötekileştirme. Düşüncelerinden, dilinden, renginden, kökeninden, cinsel tercihlerinden dolayı dışlananlar, düşman ilan edilenler. Tarih boyunca sömürülenler. Sanatsal alanlarda yaratıcılığı, özelliği, değeri ve emeği yok sayılanlar. Kısaca görmezden gelinenler, yok bilinenler.

Şu yukarıdaki paragraftaki her tümce, bienalin iki farklı alanında (Arsenale ve Giardini) ve kente yayılmış tüm sergileri öyle ya da böyle kapsıyordu.

BİZİMKİLER

Gerek Nil Yalter gerek Gülsüm Karamustafa’nın çalışmalarını daha önce bu sayfalarda çok paylaştığımdan kısacık yazacağım:

Türkiye Pavyonu

Bu yılki bienalin “Yaşam Boyu Başarı Altın Aslan Ödülü”nü alan Nil Yalter’in eseri Giardini’deki Merkez Pavyon’un girişinde birinci odada sergileniyor. Sanatçının 70’li yıllara dayanan “Topak Ev” ve Nâzım Hikmet’in dizelerinden adını alan “Şu Gurbetlik Zor Zanaat Zor”un yeniden yapılandırılmasından oluşan eser. Ortada tüm simgeleriyle topak ev ve çepeçevre duvarlarda göçmenlerin gündelik yaşam içinde göz ardı edilen hayat mücadelesinin fotoğrafları ve Nâzım’ın birkaç dilde sözleri. Çok etkileyici. İKSV’nin koordinasyonunu üstlendiği Türkiye Pavyonu Gülsüm Karamustafa’ya teslim edilmişti. Mekâna özel yerleştirmesi “Oyuk ve Kırık Dökük: Bir Dünya Hâli” adlı yerleştirmeyle semboller üzerinden bir anlatı kurmuştu sanatçı. Venedik’in Murano camlarından yapılmış, tavandan sarkan dikenli tellerle sarılmış üç avize, (üç tek Tanrılı din), içi boş plastik sütun kalıpları (kendileri ayakta duramadığı için desteklenmiş), cam kırıklarıyla yüklü dev vagonlardan oluşuyor. Mekânın bir ucundaki perdede ise dünyanın her yerinden çatışmaları, karşı çıkışları, gerilimi izleyebiliyoruz. Çağrışımlara açık, sorular sordurtan bir iş.

Nil Yalter’in “Şu Gurbetlik Zor Zanaat Zor” eseri

Ana Mekân’da küratör Adriano Pedrosa’nın seçtiği üç Türk sanatçı daha var: Fahrelnissa Zeid, büyülü bir dürbünün içindeki renk cümbüşünü çağrıştıran isimsiz tablosuyla; “Annem Ressam Fatma Saim” adlı tablosuyla muhteşem Semiha Berksoy ve tekstil ürün ve tekniklerini kullanarak eserlerini oluşturan çağdaş genç sanatçı (d. 1981) Güneş Terkol. SAHA Derneği’nin desteklediği Güneş Terkol, Venedik Bienali’nde ilk kez yer alıyor. İzleyicileri hikâye anlatıcıları olmaya teşvik eden sanatçı, belirsiz bir âlemde var olan karakterler yaratıyor, doğrudan kumaş üzerine dikiş veya çizim kullanıyor.

Güneş Terkol'un eseri

EN İLGİNÇ PAVYONLAR

En çok ilgimi çeken pavyonları şöyle sıralayabilirim:

MISIR PAVYONU: Mısır Pavyonu, son yılların en gözde sanatçılarından Weal Shawky’ye teslim edilmişti: “Drama 1882” adlı bir filmden oluşuyordu. Ama ne film! Resim, heykel, desen, tiyatro, müzik, koreografi ve şiiri buluşturan bir film! Konusu: Başta İngiliz monarşisi olmak üzere dış güçlerin Mısır’ı nasıl manipüle ettiğini çarpıcı bir biçimde gösteriyordu.

Mısır Pavyonu'ndan

AVUSTRALYA PAVYONU: Bu yıl, en iyi uluslararası pavyon seçilen Avustralya Pavyonu, adeta bir moseleum, bir anıt bir tapınak niteliğindeydi. Binlerce, milyonlarca insanın aile ağacı, soyağacı sanatçı Archie Moore tarafından tavandan başlayıp çepeçevre kara tahtaya tebeşirle ve elyazısıyla yazılmıştı. Yok edilmiş insanların dilleri, isimleri, sözleri. Ortada ise kolonyalist politikaların ve yasaların muntazaman tutulmuış, korunmuş, istiflenmiş evrakları, belgeleri. Aradaki çelişki insanı insanlığından utandırıyordu.

HOLLANDA PAVYONU: Yıllardır Hollanda sömürgesi olmuş, tüm nimetleri elinden alınmış Kongo Cumhuriyeti’ndeki bir sanatçı kolektifine bırakılmıştı bu pavyon! Kongo’nun küçük bir köyündeki bu grup daha önce Hollanda-İngiltere ortaklığındaki Unilever şirketinden yok ettikleri tüm değerlerin (toprakları, ormanları, suları) bedelini geri istiyordu.

ÇELİŞKİLER VE ÖZÜR

Sömürgelerden kazanılan paralarla Avrupa müzelerinin zenginleşmesi, sanatın sadece varlıklı ülkelerin tekeline ve egemenliğine bırakılması bu bienalin irdelediği çok önemli bir meseleydi. Etiyopya’dan Sirilanka’ya, Zimbabwe’den Yeni Zelanda’ya, Latin Amerika’dan Gazze’ye, Lübnan’a, Ortadoğu ülkelerine uzanan çizgide emperyalist hırsla yerel kültürlerin yok edilmesi karşı karşıya getiriliyordu. İnsan izledikçe isyan ediyordu! Geri dönüşü olmayan bir sömürü düzeni. O bakımdan bu bienale bir tür “günah çıkarma”, özür dileme bienali de diyebiliriz belki. Ama sömürünün hiç özrü olabilir mi ki!

Ancak burada da bir tehlike var: Sömürülene, sesi duyulmayana, yabancıya imkân tanımak zaman zaman sanatla zanaat arasındaki o bıçak sırtı ince ayrımı da ortadan kaldırabiliyor! Ayrıca günümüzde kim yabancı değil ki? Kendi ülkesinde, kendi bedeninde bile yabancı değil ki? Öyle ya da böyle yine de şimdiye dek izlediklerim içinde en etkileyici bienaldi, 60. Venedik Bienali.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Nereden nereye... 17 Ekim 2024

Günün Köşe Yazıları