Ramazan ve edebiyat...

07 Eylül 2008 Pazar

Batı’nın Noel ışıkları varsa, İstanbul’un da mahya ışıkları vardır

Yazı ustaları olan edebiyatçılar da, kalemleriyle, tadına doyum olmayan anlatımlarıyla ramazanı aydınlanma ayına dönüştürmüşlerdir. Bu, yalnızca kültürümüze özgü bir gelenektir. Kültür DNA’larımızdaki hastalığın bir nedeni de, bu geleneğin zayıflaması, edebiyatçıların ramazan kültürüne sırt çevirmeleridir.

Ramazan ayı, İstanbulda, başka hiçbir kentte görülmeyen bir elbiseye sahip olmuştur. İslam kültürünün gardırobundaki bu son derece özgün elbise; mahyacılar, yazarlar ve tiyatrocular tarafından 400 yıllık bir gelenek sonunda ortaya çıkmıştır. Ne yazık ki, inanç ve etnik değerlerin sabah kahvaltısındaki haşlanmış yumurtalar gibi tokuşturulmasından doğan çatlaklar üzerine politika yapmanın marifet sayıldığı son yirmi yıldaki sığ düşünceler bu ışıklı, aydınlık elbisenin unutulmasına hizmet etmiştir. Bunda şairlerin ve yazarların ramazan ayına sırt çevirmelerinin de payı büyüktür.

Oysa, çok değil, yakın tarihimizde, edebiyatçıların gazetelerdeki ramazan yazıları okurlar tarafından sabırsızlıkla beklenirdi. İstanbulun işgal altında olduğu 1920 yılının Ramazan ayında, Yakup Kadri Karaosmanoğlunun İkdam gazetesindeki yazısını anımsayan kaç kişi kaldı?.. Anımsayalım, Yakup Kadrinin özlemini: Bu ramazan, bizde geçmişe ait birçok esefler ve tahassürler uyandırıp duruyor. Genç, ihtiyar hepimiz çocukluğumuzun ramazanlarının masum, birçok tatlı hatıralarıyla doluyuz. Kimimiz bundan 30-40 sene evvelki iftar sofralarını, kimimiz Direklerarası âlemlerini, kimimiz mahyaları, kimimiz Beyazıttaki sergileri, şu kokulu çörekleri, bu sıcak pideleri, hülasa hepimiz bir şey hatırlıyoruz, bir şeyin hasretini çekiyoruz. Bu ramazan bütün eksiklikleriyle doğrusu bize bir dağ-ı derun oldu.

Aynı yıl, Cenab Şahabettin de Alemdar gazetesinde Ramazan Hasbihalleri yazmaktadır. Yazar, halkın arasına karışarak, gündelik hayatta kıvrak zekâsına takılanları okurlarıyla paylaşmaktadır. Gelin, Cenab Şahabettinin 88 yıl önce duyduklarını, günümüzle kıyaslayarak okuyalım:

-Bir devrin kazı bazen başka devrin kartalı olur.

-Bizim memlekette söyleyeni değil, bağıranı dinlerler.

-Başını semaya çarpmaktan korkan ancak cücelerdir.

-Alıkların sükûtu bana boş kasaları hatırlatır.

-Develer kılavuzları eşek olduğuna kızarlarmış. Eğer bu rivayet doğru ise demek olur ki develer insanlardan daha ziyade nefislerine hürmetkârdır.

-Çalık fasulyesine nispetle sırık ne ise bize nazaran ümit de odur.

Bir zamanlar yazarlar, halkın arasına karışarak, oradan duyduklarını yazarlardı. Bugün ise birbirlerinden duydukları dedikoduları yazmayı marifet sayıyorlar. İnternetin hiç de merak etmediğim, bu yüzden de nasıl bakıldığını bile bilmediğim sitelerindeki hayattan kopuk, sabun köpüğü yazılardan beslenen pek çok yazarın, zavallı veremli çocuklar gibi cılız yazılarını okudukça şu soruyu soruyorum kendime: Bu gibi yazılar olmasaydı, hayatımızdan ne eksilirdi... Yanıt kocaman bir hiç olmaktadır.

Cenab Şahabettinin yıllar önce vapur yolcularından duyduğu sözler, 88 yıl sonra da aynı diriliğini, canlılığını koruyacaktır. Tıpkı, yazarın tramvay yolcularından topladığı, her biri hazine değerinde olan şu sözler gibi:

-Yüksek makamlar ancak hafif başları döndürür.

-Saadet sokakta bulunmaz ve piyangodan çıkmaz; çalışa çalışa kazanılır.

-Duvak altında her kadın az çok güzeldir; duvak açıldıktan sonra Bilmem!

-Göz kulaktan ziyade aldanır. Az aldanmak istersen evvela kulaktan âşık ol, sonra gözden.

-Saadete bir rüya diyorlar: Belki doğrudur ama o rüyayı görmek için uyanık bulunmak şarttır.

-Karnı tok olan için ramazanla bayramın farkı yoktur.

Batının Noel ışıkları varsa, İstanbulun da mahya ışıkları vardır... İstanbula özgü olan mahya geleneğiyle yazı, minareler arasına taşınmıştır. Yazı ustaları olan edebiyatçılar da, kalemleriyle, tadına doyum olmayan anlatımlarıyla ramazanı aydınlanma ayına dönüştürmüşlerdir. Bu, yalnızca kültürümüze özgü bir gelenektir. Kültür DNAlarımızdaki hastalığın bir nedeni de, bu geleneğin zayıflaması, edebiyatçıların ramazan kültürüne sırt çevirmeleridir.

Yeryüzünde, en uç noktasında yazı araç ve gereçlerinin olduğu tek tapınağın İstanbulda olduğunu bilmemek, uygarlık denilen satranç oyununda yapılacak güçlü bir hamleden mahrum kalmaktır.

Bu cami, Haliçin kıyısında bulunan Defterdar Camiidir. Ne mutlu ki, fırtınalı bir havada düşerek kırılan hokka ve kalem, günümüzde yerine yeniden konulmuştur. Minarenin ucunda duran o hokka ve kalemi bu konudaki yazılarıma verilmiş bir ödül olarak görüyorum.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları