Kafesteki Yalnızlık...

02 Nisan 2013 Salı

Ev-Cumhuriyet’in mekân konumlarının da bir sonucu, başka kentlerde yaşayanların kolay kolay tanıklık edemedikleri, İstanbulluların büyük çoğunluğu için de fiilen olanaksız bir ayrıcalıkla günde ortalama iki kez Taksim’den yürüyerek geçiyorum. 47 yılın gazeteciliğinde ağırlığı haberciliğe, sokağa, toplumsal etkinliklere vermiş olmanın da alışkanlığı, takıntısı ile, soluksuz bana gelen duyuruları tarıyor, yer ve saatlerini not defetrime kaydediyor, işe geliş gidişler ağırlıklı, zamanımın elverdiği ölçüde sosyal etkinlikte, protesto eylemlerinde, izleyici-katılımcı arası bir konumda hazır bulunuyorum. Ne zamandır içimi giderek daha çok acıtan bir tabloyu sizlerle de paylaşmak istiyordum...
Bir yanım Taksim-Galatasaray-Tünel hattının bir tür Londra’nın Hayd- Park, demokratik, özgürlük meydanı havasının yerleşmesinden, gelişmiş izlenimi veren hoşgörülü ortamından gelecek için umutlu... Günün tarihi gündemi bağlantılı, kimileri aynı amaçlı, kimileri düşman kardeşler kadar zıt görüşler için toplananlar, protestolarını, istemlerini özgürce dile getirenler, saatlerin çakışması, sarkması ile yüz yüze, sıralarını bekliyorlar. Kavga etmeden bir önceki örgütün eylemi izleniyor, onların toparlanması beklenip yerleri dolduruluyor. Bölgenin her zaman çok kalabalık arkadaş buluşmasına, kültür etkinliğine, yemeğe, kafelere, barlara gelmiş sakinleri, kendi mezheplerince eylemlere ilgi gösteriyor doğrusu ya ilgisiz geçip gidiyor ya da destek veriyorlar...
Bir yanım kafesteki kuşun içinde uçması, mutlu mutlu ötmesi kadar sınırlı bir özgürlük alanına sıkıştırılmış, her biri kendi içinde çok önemli, yaşamsal anlamı da olan bir araya gelişlerin, protestoların, eylemlerin giderek daha ağır ölçeklerde yalnızlaşma halleri içimi daha çok acıtıyor... Cuma akşamı çok da yağmur yağıyordu. Taksim’e metrodan çıkış saatimi onların gerçekten önemli, anlamlı bulduğum eylemine katılmak üzere ayarlamıştım. Meydanın klasik buluşma kalabalığında önce gecikmiş olabileceklerini düşündüm. Sonra tramvay durağına vardığımda eylemin ortasında olduğumu ve aslında yüz kişiyi bile bulamadıklarını gördüm. Pankart ve sloganlarındaki çok anlamlı sözlerinin medyaya bir satır bile yansımadığından kuşkunuz olmasın. Zaten günün sıcak gündemi ile bağlantılı olan en azından birkaç yüz kişilik, hatta bin kişilik eylemlerin bile büyük çoğunluğu günümüz medyasının ilgilenme kapsama alanlarına hiç giremiyorlar. Haber olabilmeleri çok sansasyonel boyut yaratabilmeleri ile ancak doğru orantılı oluyor...

\n

***

\n

“Ne zararı var? Sonuçta polisin bile hoşgörülü davranmayı öğrendiği bir ortamın varlığı ileriye dönük ufuk açıcı, yol gösterici olabilir..” diye umutlu düşündüğüm anlar yok değil. Ancak birkaç yıl içinde, en duyarlı olunabilen gündemlerde bile ortak duruşların nasıl da erozyona uğramakta olduğunu yaşayarak görünce, umutlu olmak zorlaşıyor... Sosyal medyada, insanların birbirlerini görmedikleri, oturdukları yerlerden iletişim kurdukları ortamlarda, aynı konuların izlenişinde çok daha yaygın bir hava estirilebiliyor. Kendisine katıldığımda kafesteki yalnızlık duygusunu aldığım protesto eylemlerinin sokak afişleri, çağrıları, sosyal medyadaki öncesi ve sonrası duyuruları kendilerinden çok daha işlevsel, katılımcı olabiliyor... Tartışmayı sizlere, açıklamasını sosyal bilimcilere bırakmalıyım.
Ama benim asıl derdim bu Taksim-Tünel hattında yaratılmış kafesteki özgürlüğe öykünme hiç değil. Asıl derdim, yeni dünya sömürü düzeni çarklarının işleyişinde, dünya ve en çok ülkemiz ölçeğinde ortaya çıkan kavram karmaşasında gerçek insan hakları, demokrasi, hukuk devleti düzeni, özgür, insanca yaşama, evrensel değerlere ilişkin, gerçekle sanal arasında yaşamakta olduğumuz travma... Gerçeğe varmak, örgütlü hak aramak, haklarını kullanabilmek, zorlaşıp kırıldıkça, gerçeklerden kaçmak, korku içinde görmemeyi seçmek, sanal dünyada mutluluk arama duygusu alabildiğine besleniyor. Bu dünyada, gerçek yaşamda yaşayamadıklarımızı sanal dünyada yaşıyormuş gibi yapmak ya da öbür dünyaya bırakmak almış başını gidiyor.
Mutluluğu ekranda aramak, hastalıklı, aslında yaşamadan yaşıyormuş gibi bir yaşam biçimi, çocuklarımızın kanına bile sokuldu. Oysa giderek artan bir dünya nüfusu gerçeğinde, hele de kentlerde çok daha kalabalıklar olarak ortak bir çevreyi paylaşmak zorunda kalıyoruz. Kalabalıklarda aynı mekânları paylaşarak giderek daha yalnızlaşmış, birliktelikleri ise ancak gettolaşmış değerlerimizle yürütebilen yaratıklara dönüşüyoruz... Sömürü çarklarının ideolojisi de doğal olarak bizi özgürlüklerin algılanmasını çarpıtıp ayrımcılığa çevirerek, sözde hoşgörü yalanında birbirini sevmeden, birbirini anlamadan apayrı dünyalarda gettolaşmış yaşamlara sıkıştırıyor... Türk-Kürt birlikte yaşam için çözüm ararken yaratılan uzlaşma kriterlerine bir bakın. Neden insanca, özgürleşerek yaşamın koşulları, evrensel insan hakları, demokrasi, hukuk devleti kriterleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin birlikte yaşanmışlıklarının hiçbir ortak değeri yok?..

\n


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

‘5N1K’ 26 Ekim 2024

Günün Köşe Yazıları