Olaylar Ve Görüşler

Hukukun üstünlüğü (02.03.2017)

02 Mart 2017 Perşembe

“Hukuk devleti” kavramı, kapalı bir toplumda “devlet, benim” diyen anlayışın hukukla sınırlandırılması kaygısını; “hukukun üstünlüğü” kavramı ise herkesin ve bu arada devlet ile bireyin hukuk karşısında aynı düzeyde, boyda ve çizgide olduklarını vurguluyor.

Anglo-Sakson hukuk sistemini benimseyen ülkelerde çoğulcu toplum gereğince iktidar, parçalıdır; tek elde toplanmamış, aşağıdan yukarıya doğru biçimlenmiş; erkler sağlıklı biçimde birbirinden ayrılmış; etkili olarak birbirini denetleme işlevini üstlenmiştir. Devlete ve yargıya güven sağlanmış; haklar, özgürlükler, yarınlar güvence altına alınmıştır.

Görüldüğü üzere geniş bir ufuktur, bu. “Hukukun üstünlüğü” ilkesinin nasıl bir gelişmenin sonucu olduğu ve niçin demokrasinin Anglo-Sakson ülkelerinde boy verdiği, Kara Avrupası ülkelerinde, deyim yerinde ise, “üstünlüğün ya da üstünlerin hukuku”nun neden egemen olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Bu yüzdendir ki, Cohen-Tanugi’nin Anglo-Sakson ülkelerinde “devletsiz hukuk”tan, Kara Avrupası ülkelerinde ise “hukuksuz devlet”inden söz etmesi hiç de haksız değildir.

Görülüyor ki, “hukuk devleti” kavramı, kapalı bir toplumda “devlet, benim” diyen anlayışın hukukla sınırlandırılması kaygısını; “hukukun üstünlüğü” kavramı ise herkesin ve bu arada devlet ile bireyin hukuk karşısında aynı düzeyde, boyda ve çizgide olduklarını vurguluyor. Hukuk devleti anlayışına göre hukuk, devletin tekelindedir ve hiç kuşkusuz devlet, hukuku üretirken kendisini bireye oranla daha ayrıcalıklı bir yere oturtmakta, onu kendi yararına kotarmaktadır. Bu nedenle hukuk devleti deyişi, bir yandan devleti hukukun sınırları içine çekme ülküsünü yansıtırken, öte yandan bu ülküye henüz ulaşılamadığının örtülü bir biçimde itiraf edilmesidir. Buna karşılık, hukukun üstünlüğü anlayışında hukuk, devletin tekelinde olmadığından, ister istemez hukuk karşısında devlet ve birey eşit düzeydedir.

Ancak şunu da önemle vurgulamak gerekir ki, tarihselci/hermeneutik felsefe, insanın tarihsel bir varlık bulunduğunu; tarihsel koşullar ve koşullanmalar içinde, belli bakış açıları, anlayışlar, çıkarlar, amaçlar ve değerler güdümünde düşündüğünü, yarattığını, ürettiğini; düşündüğü, yarattığı, ürettiği her şeyin tarih içinde değiştiğini ve dönüştüğünü belirlemiştir. Öte yandan tarihselliğin en önemli özelliği zaman içinde bir kez olup bitmesi, yinelenmemesidir. Bütün bu nedenlerle tarihselci/hermeneutik felsefede inançlara ve toplumlara ilişkin her şey, tarihsellikleri, kendi tekillikleri, bir kez oluşları içinde ele alınıp kavranır, anlamlandırılır. Hukuk, hukuk devleti, özgürlükçü hukuk devleti ya da hukukun üstünlüğü de, hukukçular ne denli en üst derecede soyut ve kapsayıcı kavramlar ve ilkeler üretirlerse üretsinler, tarihsellikleri, kendi tekillikleri, bir kez oluşları içinde ele alınıp kavranacaktır. Çünkü hukuk da, etik de, ne denli küresellik, hatta evrensellik iddiasında bulunursa bulunsun, tarihsel bir varlık olan insanla ilgilidir. Belli bir insan sınıfının, toplumunun ve kültür çevresinin ilgisinden, çıkarlarından, eğilimlerinden, görüşlerinden, dolayısıyla siyasetinden soyutlanamaz, bağımsız olamaz. Elbette hukuk da bundan payını almıştır, almaktadır. Dolayısıyla hukuk devleti ya da hukukun üstünlüğü konularında tarihin sonu gelemez; nitekim gelmemiştir de.

Sonuç

Sonuç bellidir: Parlamenter sistemi 800 yıldan bu yana benimsemiş olan İngiltere dışında, Anglo- Sakson hukukunun geliştiği ülkelerde başkanlık sisteminin egemen olduğu görülüyor. Bu konuda en başarılı ülke de ABD’dir.

Buna karşılık Kara Avrupası hukukunun benimsendiği ülkelerde ise parlamenter sistemin egemen olduğu görülür. Düşünce özgürlüğünün çok geniş ele alındığı Fransa’da, Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, yukarıda sergilendiği durumda bile HSK’nın başında cumhurbaşkanı ve adalet bakanının bulunmasının yargı erkinin bağımsızlığına ters düştüğünü söyleyip durdu. Nitekim 2008’deki düzenlemeyle yargıçlar kurulunun başkanlığına yargıtay başkanı; savcılar kurulunun başkanlığına yargıtay başsavcısı getirildi.

Yarı başkanlık sistemi bugün de Fransa’da iğreti bir şapka gibi duruyor. O Fransa ki, zaman zaman aşırılıklar yaşansa da, yukarıda belirtildiği üzere, demokrasi ve hukuk bilinci, güçlü yargı bağımsızlığı anlayışı ile “özgürlükçü hukuk toplumu”nu yaratmayı başardı. Ancak dikkatleri çekmek isterim. Ülkesini kurtardığı ve bu yüzden “Büyük Charles” diye anıldığı halde De Gaulle bile bu ülkede başkanlık rejimine geçmeyi hiç düşünmedi.

Ya Almanya? Dünyaya en büyük düşünürleri, sanatçıları armağan eden Almanya, Weimar’ın Naziler çoğaldığı için değil, demokratlar azaldığı için yıkıldığını bir türlü kavrayamadı. Evet, bilimin, felsefenin, sanatın doruklarına ulaştı ama bir Hitler’in çıkmasını önleyemedi. Nazi utancını sık sık dile getirerek yine sık sık dünyadan özür dilemek zorunda kalıyor.

İşin özü şudur: Gözlemler ve yaşanan denemeler, Kara Avrupa hukukunun egemen olduğu her ülkede, özellikle de Latin Amerika ülkelerinde başkanlık sisteminin diktatörlükler getirdiğini kanıtlamıştır. Üstelik bu ülkelerin çoğu Latin kökenli dil kullandıkları için, hukuk kavramlarını iyi özümsedikleri, hukuk öğretisi ve uygulaması açısından belli bir düzeye eriştikleri halde dikta felaketlerinin önüne geçilemedi. Esasen hukuk devleti ilkesine dayanan Kara Avrupası hukukunun benimsendiği hemen her ülkede başkanlık sistemi iğreti durmuş, sırıtmış, başarılı olamamış; hatta bu ülkelerin halkları, sadece düş kırıklığına uğramakla kalmamış; diktatörlüklerin acılarını yaşamış, en sonunda da pişman olup dizlerini dövmüşlerdir.

Bütün bunlardan dersler çıkarmalıyız. Yaşı 200 yıla yaklaşan parlamenter sistemden uzaklaşmamalıyız. Çünkü biz Kara Avrupası hukuk sisteminin içindeyiz.

Bu yüzden yapılacaklar bellidir: Anayasa yapmak için bir kurucu meclis kurulmalı, yepyeni bir anayasa ile yürümeyi sürdürmeliyiz. Bu anayasa, mutlaka erkler ayrılığı, güçlü bir yargı erkinin bağımsızlığı temelleri üzerine kurulmalıdır. Kurulmalıdır ki, her boydan insanlar, “Ankara’da yargıçlar var” diyebilsinler. Diyebilsinler ki, yarınlarına inansınlar, yatırımlarını güvenle kurabilsinler.

Yineleme pahasına belirtelim ki, saygı duyulan Türkiye, ancak erkler ayrılığına dayanan demokrasisi ve yargısı güçlü bir sistemle kurulabilir. Erklerin, güçlerin tek elde toplandığı bir Türkiye, güvencesiz, yarını belirsiz ve dolayısıyla güçsüz bir Türkiye’dir. Yarınların yarına çıkacağı belirsiz bir ölümlüye bırakıldığı, yargının bağımsız olmadığı bir ülkede hiç kimse yarınından emin değildir. Dolayısıyla yatırım yapacaklar da böyle bir ülkeye gelmezler, tersine o ülkeden kaçarlar.

Hukukun işlevi insanları olabildiğince özgürleştirmektir, köleleştirmek değil. Batılı ülkelerin çoğunda insanlar, kuşkusuz özgür olmanın doyasıya tadını çıkarıyor. Ancak bunlardan sözgelimi Fransa, Kara Avrupası sistemini benimsediği halde, zaman zaman yarı başkanlık sisteminin yol açtığı bunalımları da yaşadığı için her an parlamenter sisteme dönerek altıncı cumhuriyete geçebilir.

Böyle bir dönüş, bizden başkalarını da şaşırtmaz. Türkiye başkanlık sistemine geçtiği, Fransa parlamenter sisteme döndüğü gün ise elbette şöyle denecektir: Onlar Mersin’e, biz tersine. 

BİTTİ

SAMİ SELÇUK
Prof. Dr., Hukukçu



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları