Olaylar Ve Görüşler

Basın özgürlüğü

03 Kasım 2016 Perşembe

Basın özgürlüğü, demokratik bir rejim ile otoriter totaliter bir rejimi ayıran en temel ölçütlerden biri. AİHM Handyside İngiltere (1976) kararında bunu belirtir: “...ifade özgürlüğü demokratik bir toplumun temelini oluşturur. Aynı zamanda demokrasinin ilerlemesi ve bireyin gelişmesini sağlar. İfade özgürlüğü... sadece lehte olduğu zaman kabul edilen ve zararsız veya ilgilenmeye değmez görülen haber ve düşünceler için değil, devleti veya nüfusun bir bölümünün incitici, şoke edici ya da rahatsız edici haber ve düşünceler için de uygulanır. Bunlar, demokratik bir toplumun vazgeçilmez öğeleri olan çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilliğin bir gereğidir.”

Bilgi alma hakkı

Özgür bir basının temel görevi, halkın bilgi alma hakkını gerçekleştirerek, hükümetin yanlışlarını kamuoyunun dikkatine sunmak, böylelikle kamuoyunda sağlıklı bir tartışma ortamı yaratmak, halkın karar alma mekanizmalarına katılımını kolaylaştırmaktır. Bu temel işlevini yerine getirdiği ölçüde sağlıklı bir demokrasiden söz edilebilir.

Otoriter-totaliter rejimler

Otoriter-totaliter rejimlerde ise, hükümetler basını kontrol ederek araçsallaştırır. Kendi amaçları için kullanır. Bu gibi rejimlerde önemli olan halkın doğru bilgilendirilmesi ya da özgür bir tartışma ortamı yaratılması değildir. Önemli olan basın aracılığı ile halkın manipüle edilmesidir.

Amaç, halkın sadece iktidarın doğrularını öğrenmesi, lidere hayranlık ve sadakat bağlarıyla bağlanması ve muhalefetin sesinin kısılmasıdır. Bu tür rejimlerde muhalif olmak zaten olumlu bir davranış değildir. Bütün ulusun iyiliğini gözeten bir lider varsa, muhalefet etmek vatan hainliğinden farksızdır. O nedenle cezalandırılmalıdır. Bu cezalar bireysel olabilir. CHP’li Bülent Tezcan’a “saygı göstereceksin” diye bağırıp kurşun sıkan vatansever (!) vatandaş gibi. Ya da ceza devlet tarafından verilir. Cumhuriyet gazetesinin başına gelenler gibi.

Açık ve ağır ihlal

Cumhuriyet gazetesinin 13 yazar ve yöneticisinin gözaltına alınması basın özgürlüğünün çok açık ve ağır bir ihlali.

Türkiye demokrasi ile yönetilen devletler topluluğunun bir parçası, Avrupa Konseyi’nin, NATO’nun üyesi, AB üyeliğine aday bir ülke olduğu için, demokrasi standartlarına uygun olmayan bu gözaltıların eleştiri konusu olmasını doğal karşılamak gerekir. Burada anlaşılması güç olan, hükümetin tepkisi. Yersiz bir savunma refleksi ile “Sen kendine bak, sen kim oluyorsun, çifte standart uyguluyorsun” diye öfkeyle bağırıp arkasından da “benim kırmızı çizgimi milletim çizer” gibi sığ bir popülizme sığınmak. Türkiye’nin uluslararası konumu ve yükümlülükleriyle bağdaşmıyor.

İnsan hakları iç iş değil

Bir kere, insan hakları, hiçbir devletin iç işi değil. Hiçbir devlet vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerini ihlal etmekte serbest değil. İnsan hakları evrensel bir değer ve bütün uluslararası toplumu ilgilendiriyor. Ayrıca, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası insan hakları sözleşmeleri var. Standartları, bu sözleşmeler ve sözleşmelerle kurulan yargı organları saptıyor.

AİHM’nin basın standartları

Şimdi bu standartlara bakalım. AİHM’ye göre, basın demokrasinin bekçisi görevini gördüğünden, basın özgürlüğüne müdahale ancak çok istisnai ve zorunlu durumlarda kabul edilebilir. Basının özgürlük alanı çok geniştir. Belirli bir ölçüde olayları abartması hatta tahrik edici nitelikte haberler vermesine bile hoşgörü ile bakmak gerekir. Basına müdahale ancak nefret söylemi ya da şiddete teşvik varsa kabul edilebilir. Ancak bu müdahale de basın mensuplarını özgürlükten yoksun bırakma şeklinde olmamalıdır.

Basına gözdağı verilerek otosansüre yol açılması, bazen özgürlüğünün ihlalidir. Nasıl ki, Taner Akçam davasında AİHM, savcılığın soruşturma açıp sonra takipsizlik kararı vermesinin dahi, bir mağduriyet bulunmamasına karşın, yarattığı caydırıcı etki nedeniyle basın özgürlüğüne ihlal ettiğine karar vermişti.

Olağanüstü hal ilanı ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin askıya alınmış bulunması, durumda büyük bir değişiklik yapmayacak. Cumhuriyet gazetesi davası AYM ya da AİHM önüne gelince, hükümetin olağanüstü hale yol açan nedenle mücadele etmek için bu önlemi almanın zorunlu ve orantılı olduğunu kanıtlaması gerekir. Başka bir deyişle hükümetin “FETÖ” ile mücadele edebilmek için Aydın Engin’i, Hikmet Çetinkaya’yı ve diğerlerini “gözaltına almak zorundaydım, başka türlü mücadele edemezdim” demesi ve bunu kanıtlaması gerekecek. Yoksa, AİHM, hükümetin sözleşmeyi askıya almasını dikkate almadan basın özgürlüğünün ihlal edildiğine karar verecek.

Beş günlük ihlaller

Cumhuriyet yazar ve yöneticileri beş gün sonra serbest bırakılsalar bile, beş günlük gözaltının doğurduğu önemli insan hakları ihlalleri var:

1. Gazetecilerin beş gün gözaltında tutulmaları, ciddi bir caydırıcı etki (chilling effect) doğuracak nitelikte. Dolayısıyla basın özgürlüğünün ihlali söz konusu.

2. Gazetecilerin beş gün süreyle avukatlarıyla, yakınlarıyla görüştürülmeden “incommunicado” tutulmaları, sözleşmenin kişi güvenliğine ilişkin 5/3 maddesine aykırı. Gazetecilerin en geç dört gün içinde yargıç önüne çıkarılmamaları da aynı maddenin ihlali.

3. Avukatla görüşürken odada başka birinin bulunması, kayıtların alınması, savunma hakkının sınırlanması ve adil yargılanma hakkının ihlali. Bu nedenlerle önce Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapılabilir, sonuç alınamazsa AİHM’ye gidilebilir.

Zühtü Arslan’ın yazdığı

Yazıyı, AYM Başkanı değerli hukukçu Zühtü Arslan’ın bir yazısından aldığım bir alıntı ile bitirmek istiyorum: “Şiddete dayalı McCarthyizm, ifade özgürlüğü düzleminde ‘öteki’nin susturulmasını, konuştuğunda cezalandırılmasını savunur. Oysa ifade özgürlüğü, ... ‘öteki’nin özgürlüğüdür. ‘Öteki’ ile ilişkilerde yaşanan sorunlar, ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasını beraberinde getirmektedir... İfade özgürlüğü, kendimizi ve başkalarını tanımlamada, anlama ve algılamada, ... başkalarıyla ilişkilerimizi belirlemede ihtiyaç duyduğumuz bir değerdir. Bu değerin değerini bilmek zorundayız.” Zühtü Arslan’ın bu görüşlerinin değişmediğini umut ediyorum.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları