Olaylar Ve Görüşler

Artık Meclis var mı?

25 Temmuz 2019 Perşembe

Adil temsile olanak tanıyan ‘barajsız bir seçim siste­mi’ ve bunu sağlayacak bir ‘Seçim Yasası’ ile demok­rasi esaslarına uygun bir ‘Siyasi Partiler Yasası’ da Türkiye’nin en öncelikleri arasında olmalıdır.

 

Mazhar Müfit Kansu’nun iki citlik “Erzurum’dan Ölümüne Kadar ATATÜRK’LE Beraber’’adlı çok değerli anılarını, Ulusal Kurtu­luş Mücadelemizin, Erzurum ve Sivas Kongrelerimizin 100.yılında yeniden okumanın tam zamanı.
Mustafa Kemal Paşa ve Si­vas Kongresi’nde seçilen He­yeti Temsiliye üyeleri 27 Ara­lık 1919’da Ankara’ya gel­diler ve büyük bir coşku ile karşılandılar. Ulusal Kurtu­luş Mücadelesi’nin merkezi olan Ankara‘da Büyük Millet Meclisi’nin kuruluş çalışmala­rına hız verildi. Mart 1920’de Meclis’in açılış hazırlıkları sı­rasında Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına şunları söylü­yordu:
“Ben her kerameti Meclis’ten bekleyenlerdenim. Bir devre yetiştik ki, onda her şey yasal olmalıdır. Millet işlerinde hak­lılık ancak ulusal kararlara da­yanmakla, milletin genel eğili­mini yansıtmakla olur.” Bu ha­zırlıkların sonunda nihayet 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal Paşa, Meclis Başkanlığı’na se­çildi, Meclis böylece çalışmala­rına başladı. Mazhar Müfit Be­yin anılarına dönecek olursak. Meclis’in 09 Mayıs 1920 tarih­li gizli oturumunda Mustafa Kemal Paşa iç isyanlar, Adana cephesindeki durum ve Fran­sızlarla müzakereler hakkın­da bilgi verir. Mustafa Kemal Paşa’nın bu açıklaması üzeri­ne, Hakkı Behiç Bey “Heyet-i Temsiliye’nin bu olan bitenler­den haberi yoktu” der. Buna Mustafa Kemal’in yanıtı tarihi niteliktedir:
“Artık Meclis var’’
Mustafa Kemal Paşa, Heye­ti Temsiliye üyesi, Hakkı Behiç Bey’e verdiği bu yanıtla artık tek yetkili ve meşru organın Büyük Millet Meclisi olduğunu ortaya koyuyordu.

En kritik anda bile
Ulusal Kurtuluş Mücadele-si’ni yöneterek “Gazi Meclis’’ unvanını alan Meclisimiz de, yetkileri konusunda çok kıs­kanç ve hassas davranmış, Kurtuluş Savaşı’nın en kri­tik anında ve savaş gerekleriy­le, “Başkomutan” aynı zaman­da “Meclis Başkanı” olan Mus­tafa Kemal Paşa’ya yetkilerini, uzun tartışmaların sonucunda ancak üç ay gibi sınırlı ve geçi­ci bir süre için devretmiştir.
Atatürk, büyük zaferin kaza­nılmasından sonra da Meclis’e ve millet iradesine olan inan­cını sürekli olarak dile getir­miştir. Bir konuşmasında da “Milletin tek ve gerçek tem­silcisi Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Türkiye Büyük Mil­let Meclisi dışında hiçbir kişi, hiçbir kuvvet ve hiçbir makam ulusun kaderine hâkim ola­maz” diyecektir.

Kayıtsız şartsız
Görüldüğü üzere, her ülke­nin siyasal rejimi o ülkenin ya­şadığı tarihi süreçlerin sonu­cunda şekillenir. Bizde de böy­le olmuştur. Bizim anayasal re­jimimizin temelinde milli ira­de kavramı vardır, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” id­diası vardır. Ayrıca bizim siya­sal tarihimizde Meclis’in hep çok özel ve önemli bir yeri ol­muştur. Millet iradesi meclise yansır ve milletvekilleri eliyle de kullanılır. Bu nedenle bizim anayasalarımız da ülkemizin tarihi gerçeklerine, gelenekle­rine ve demokrasiye en uygun olması nedeniyle parlamenter sistemi benimsemiştir.
Bunun içindir ki, Meclis’in ilk açılışından sonra kabul edilen 1921 Anayasası’nın 1. maddesinde de, mevcut ana­yasamızın 6. maddesinde de “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’’ ilkesi yer almıştır. Bugün, TBMM Genel Kurul sa­lonunda yazılı bulunan bu ilke herhangi bir duvar yazısından ibaret olmayıp çok daha fazla­sını ifade eder.

Sayı arttı yetki azaldı
16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu’nda mühürsüz oy pusulaları ve zarfların yasa­ya aykırı biçimde geçerli sayıl­ması kararıyla çok küçük bir oy farkı ile tartışmalı biçimde kabul edilen anayasa değişik­liğinden sonra artık Meclis var mıdır sorusunu soracak olur­sak, bu soruya yanıt olarak, ar­tık işlevsel olmaktan çok bi­çimsel olarak vardır diyebili­riz. Milletvekili sayısı artırıl­mış ancak Meclis’in ve millet­vekillerinin etkinliği azaltıl­mıştır. Diğer taraftan, Meclis’in ve milletvekillerinin bilgi edin­me ve denetim yetkisi sınırlan­mış, Meclislerin adeta varlık nedeni olan bütçe yapma yetki­si kısıtlanmıştır. Yürütme yet­kisine ilişkin konularda Cum­hurbaşkanlığı kararnamesi çı­karma yetkisi getirilmiştir.
Anayasa değişikliği ile getiri­len bu yeni sistem dünyada var olan hiçbir sisteme de benze­mediği için, bazen “Cumhurbaş­kanlığı Hükümet Sistemi”, ba­zen “Başkanlık Sistemi’’ olarak adlandırılmakta, kimi savunu­cuları da “Türk Usulü Başkan­lık Sistemi” demektedir. Ger­çek şudur ki, bir yıldır uygulan­makta olan bu sistem tek kişi­nin üstünlüğüne dayanan oto­riter bir yönetim biçimidir. Meclis’in etkisizleşmesine kar­şın Cumhurbaşkanı’nca seçilen ve büyük çoğunluğu milletvekili olmayan sınırlı sayıdaki “kabine üyeleri” ile çok sayıdaki ‘politika kurulu üyesi’, ‘danışman’ ve ‘da­nışma kurulu üyeleri’ ile sürdü­rülen bir ülke yönetimi söz ko­nusudur.

Hukuk güvenliği yok
Anayasada Cumhurbaşkanı­nın “tarafsız” olacağı hükmü aynen duruyor. Ancak “Taraf­sız Cumhurbaşkanı” aynı za­manda partili ve parti genel başkanı olduğu için günlük si­yasi tartışmaların ve kavgala­rın içinde yer alabiliyor. Yerel ve Genel seçim fark etmeden seçim dönemlerinde bu tartış­maların dozu ve şiddeti daha da artabiliyor.
Ayrıca “tarafsız” ancak par­tili ve parti genel başkanı olan Cumhurbaşkanı, bürokrasiyi tamamen kontrolü altında tu­tuyor, yüksek mahkemelere ve HSK’ye üye seçebiliyor. Bu du­ruma rağmen yine anayasamı­za göre “yargı bağımsız ve ta­rafsız” olmaya devam ediyor! Gerçekte ise durum farklıdır. Son örneğini yüksek yargıçlar­dan oluşan YSK kararında gör­düğümüz gibi yargımız bugün her türlü siyasi baskıya açık olup bağımsız olmadığından yargıya güven kalmamış olup vatandaşımızın hukuk güvenli­ği de yoktur.

Hukuk devletine aykırı
Demokrasi ve hukuk devleti ilkelerine açıkça aykırı olan bu durum sürdürülemez bir du­rumdur. Demokrasinin olmaz­sa olmazı hukuk devleti, hu­kuk devletinin olmazsa olma­zı ise bağımsız yargı, güvenceli yargıç ve güçler ayrılığıdır.
Sonuç olarak, yeni sistemin bir yıllık uygulaması başarısız olmuştur. Bir yıllık süreç bu sistemin yürümeyeceğini ve bunda ısrar edilmesi halinde ülkenin daha büyük sıkıntılara gireceğini göstermektedir.
Bu endişenin, 23 Haziran İs­tanbul seçimi yenilgisinden sonra Cumhurbaşkanı’nın par­tisine mensup milletvekilleriy­le yaptığı toplantılarda da çok çarpıcı benzetmelerle dile geti­rildiği ve sorgulandığı biliniyor. Kesintilerle de olsa 70 yıllık bir demokrasi deneyimi 142 yıllık bir parlamento deneyimi olan ve 17 Nisan referandumuna ka­dar ufak tefek aksaklıklarla da olsa seçimlerini düzgün biçim­de yapan ülkemizin, artık de­mokratik bir anayasa yaparak parlamenter sistemi, demokra­siyi, hukuk devletini, özgürlük­leri, bağımsız ve tarafsız yargı­yı güvence altına alması gerek­mekte, ülkemizin esenliği de buna bağlı görünmektedir.

Ne yapmalı?
Adil temsile olanak tanıyan “barajsız bir seçim sistemi” ve bunu sağlayacak bir “Seçim Ya­sası” ile demokrasi esaslarına uygun bir ‘Siyasi Partiler Yasa­sı’ da Türkiye’nin en öncelikle­ri arasında olmalıdır. Demok­ratik siyasal yaşamın vazge­çilmez unsuru olan siyasi par­tilerimiz de kendilerine düşe­ni doğru yapmalı ve tüzükleri­ni mutlaka demokratikleştirme­lidir. Kendi içinde demokrasi­yi işletmeyen, hukuku üstün ve egemen kılmayan siyasi partile­rin ülkede demokrasiyi yerleş­tireceğini ve hukukun üstünlü­ğünü sağlayacağını söylemesi inandırıcılıktan yoksundur. Par­ti içi seçimler ile yerel ve genel seçimlerde parti adaylarının be­lirlenmesinde sadece parti üye­leri söz ve karar sahibi olmalı­dır. Bugün TBMM’yi zayıflatan, güçsüz kılan bir unsur da parla­mentoyu oluşturan milletvekil­lerinin genel başkan iradesiyle ve genel merkez organları eliyle seçiliyor olmasıdır.
Yazımı, birlikte çalışmış ve tanımış olmaktan büyük onur duyduğum yetkin ve değerli bi­lim insanı, demokrat ve saygın siyaset adamı rahmetli Erdal İnönü’nün sık kullandığı bir sözle sonlandırıyorum: “Yarım cumhuriyet, çeyrek demokra­si olmaz. Demokrasiyi tüm ku­rumlarıyla, çağdaş bir yöne­timle ve özgür bir kafayla uy­gulamak zorundayız.”

Av. M. ZIYA YERGÖK
 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları