Nilgün Cerrahoğlu
Nilgün Cerrahoğlu nilgun@cumhuriyet.com.tr Son Yazısı / Tüm Yazıları

‘Türkiye’nin Efendisi Erdoğan’

16 Aralık 2014 Salı

Ülkenin sahibi ve efendisi…
Corriere della Sera, gazetecileri hedef alan son gözaltı operasyonunun ardından Erdoğan için bu sıfatları kullanıyor.
“Ülkenin babası mı? Hayır. Artık sadece sahip ve efendi o!” başlığıyla çıkan yorumda, Türkiye’yi uzun yıllardır izleyen gazeteci Antonio Ferrari, “Cumhurbaşkanı, ülkenin babası olmak gibi bir niyet taşımadığını sergiliyor. Erdoğan yalnız kendisini efendi ve sahip gibi gören bir kesimi temsil ediyor” diyor.
Türk hapishanelerinde Çin, Rusya, İran’dakinden fazla gazeteci olduğunu hatırlatan yayın organı, 24 gazetecinin tutuklanmasını “demokrasiye inen okkalı bir tokat” olarak tanımlarken, dünya ekonomilerinin bütçe kısıntılarına tam gittiği dönemde Erdoğan’ın müthiş bir “büyüklük” saplantısıyla kendisine dev boyutlarda saray yaptırmasını da insanları hiçe sayan ölçüde “incitici / onur kırıcı” buluyor.
Yazı, Erdoğan’ın, şimdi artık o saraydan verdiği direktifler ve uygun gördüğü cezalar doğrultusunda ülke yönettiğini söyleyerek bitiyor…

Operasyonun iç-dış hedefleri
Cumhurbaşkanı’nın “Bizim AB ne der derdimiz yok. AB kendi işine baksın!” demeciyle eşzamanlı çıkan Repubblica’nın baş yorumu da, tam bu açıklamanın dinamiğine atıf yaparcasına, “Erdoğan ne yaptığını biliyor. Bilmese bunca zaman iktidarda kalmazdı” diyerek ekliyor:
“(Erdoğan’ın iktidarını devam ettirmek projesi açısından) bu gazeteci operasyonunun bir iç ve bir dış hedefi var. İç hedef, içteki örgütlü en başlıca muhalefeti ortadan kaldırmak. Dış hedef ise AB’ye, hem de tadını çıkara çıkara ‘umurumda değilsiniz’ mesajı vermek!”
“Laikliğin garantisi askerlerin sert yöntemlerle sahneden çıkartılması ardından” Erdoğan’ın, “polis ve yargıdaki temizliğini” anlatan ve “kadın-erkek eşitliğine karşı çıkan” demeçlerini aktaran gazete, Türkiye’nin artık sadece kafasına göre takıldığını belirtiyor.
“NATO için bir zamanlar tayin edici konumda olan ülke bugün sürekli fire veriyor” diyen “Repubblica” ekliyor:
“(Erdoğan Türkiyesi) İsrail’le ipleri koparttı. Rusya ve Irak Kürdistanı ile enerji anlaşmaları yapıyor. Bitirilmesini istediği Esad için beri taraftan sınırları, çılgınların (IŞİD’ın) geçişine açıyor. Atatürk’ün anısı ülkede hâlâ onore edilmekle birlikte Osmanlı dili ve yazısı müfredata giriyor…”
Bu kadarı yeter sanırım.
İtalyan Başbakanı Renzi’nin Türkiye’ye gidip Erdoğan’la yan yana fotoğraf çektirmesinin de eleştirildiği makalede, RTE’nin iktidar satrancını tüm hamleleriyle ustaca nasıl inşa ettiği, hiçbir ayrıntı ıskalamaksızın anlatılmış.

‘Kırmızı Pazartesi’ kaderciliği
Peki sen bu işlere ne diyorsun derseniz…
“Tehlikenin farkında mısınız?” manşetleri attığımız tarihten bu yana ben kendimi yazgısı değiştirilemeyen bir Kırmızı Pazartesi romanı içinde hissediyorum.
Gabriel Garcia Marquez’in ünlü romanını okuyan bilir…
Gerçek bir olaydan alınan romanda, kurbanın, tüm kasaba halkının cümleten malumu olan şahıslarca öldürüleceği bilinir.
Cinayet saatinin tıkır tıkır çalıştığının, herkes önceden farkındadır.
Ama kimse, cinayeti önlemek için bir şey yapmaz.
Herkes topluca hipnoz olmuş da basireti ve eli kolu bağlanmış gibidir.
“Kırmızı Pazartesi” bu yüzden, kaçınılmaz sonu önceden malum olan bir öyküdür.
Kahredici bir kaderciliği anlatan kitabın orijinal adı bu sebeple gerçekte “Önceden ilan edilen bir ölümün anlatısı/Cronica de una muerte anunciada”dır.
Şimdi Fuat Avni menşeli her mesaj bana işte büsbütün bu “önceden ilan edilmişlik halini” anımsatıyor.
Her “Fuat Avni ne yazmış?” notu okuduğumda ve “Fuat Avni bu kez de bildi!” değerlendirmesi duyduğumda, tüylerim resmen diken diken oluyor ve olayların salt seyircisi konumundaki Marquez karakterlerini hatırlıyorum.
Kamuoyu, fişi çekilen demokrasinin sonuçları ile değil, son kertede hâlâ “arkası yarın” kıvamında Fuat Avni tweet’leriyle meşgul...
Ergenekon ve Balyoz yıllarında şutlanacak gazeteciler listeleriyle gündem olan, bu davalar kapsamında tutuklanan meslektaşlarımız için gayet vicdansız, acımasız ve araçsal yorumlar yapan Ekrem Dumanlı’ya kişisel sempatim yok elbette.
Ancak bu, Dumanlı’nın, eşine salt despot rejimlerde rastlanabilecek bir “makul şüphe” yasası ile, özgürlüğünün alınmasına karşı olmamı engellemiyor.
Bu yüzden “Bize ne yahu? Yesinler birbirlerini” diyen mantığın sığlığını ve basitliğini hiç anlamıyorum.
Yukarıda oynanan usta satranca karşın, bu müthiş ilkel ve kindar mantığın birkaç adım/ hamle sonrasını hesaplamakta bile nasıl bu kertede aymaz kalabildiğini çözemiyorum.
Dumanlı’nın şahsı bir yana; “makul şüphe” yasasının uygulamaya sokulması bile birebir yapılanlara sessiz kalmamak için başlı başına yeterli neden değil mi?
Her şey olabildiğince korkunç.
“Makul şüphe” çok korkunç...
Dumanlı’dan hasbelkader “basın kahramanı” yaratmak durumunda kalmak bir o denli korkunç...
Adaletsizlik ve hukuksuzluğun derinliği, çapı korkunç...
En korkunç olanı da bu... Tamamen bu “Kırmızı Pazartesi” kaderciliğine teslim olmak.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Trump’ın dönüşü 10 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları