Mehmet Basutçu

Aşk ve yalanlar

02 Eylül 2024 Pazartesi

Hava, alışılmışın üzerinde sıcak bu yıl Venedik’te. Sinema perdelerinde de ısı çok yüksek. Sadece yakın coğrafyamızda süregelen sıcak savaşlardan, ya da geçmişin karanlık dönemlerinden yansıyan görüntülerde değil, aşk ve seks sahnelerinde de termometre yukarılara fırlıyor...

Sinemada yeni bir erotizm dalgasından söz edenler hiç te haksız değiller. Bir adım daha ileri gidersek, cinsel ilişkileri duygulardan arındırarak formatlayan pornografik videoların cep telefonlarımızı işgal ettiği bu süreçte, erotik sinemanın da bir sanat olduğunu hatırlatan filmlerin su yüzüne çıkıyor olmasını sevindirici, olumlu bir gelişme olarak değerlendirmek gerekir...

Bu yeni erotik dalganın Altın Aslan yarışındaki favorisi, filmleri bugüne dek dar bir çevrede tanınan Hollandalı saygın tiyatro ve sinema oyuncusu, kadın yönetmen Halina Rejin’in (1975)  gerçekleştirdiği ve adını önümüzdeki günlerde sık sık duyacağınız “Babygirl”...

Nicole Kidman (1967) ile Antonio Banderas’ı (1960) bir araya getiren “Babygirl”,  bağımsız Amerikan sinemasının özgün örneklerinden biri.  Oyuncuları ve anlatım diliyle ana akım Hollywood filmlerine benziyor olsa da, içeriğiyle farklı, senaryosuyla alabildiğine özgür, konusuna kadın gözüyle el atan cüretkar yaklaşımıyla da alabildiğine kışkırtıcı, sonuçta etkileyici ve çarpıcı bir film...

Büyük bir şirketin üst düzey yöneticisini yorumlayan Nicole Kidman, cinsel ilişkilerinde orgazma kolayca ulaşamayan, ellili yaşları sürmesine karşın seks tutkunu, doyumsuz bir kadındır... Yönettiği şirkete yeni gelen, çekici ve gizemli genç stajyerle arasında gelişen ilişkide farklı cinsel hazlarla tanışacaktır...

Bu zor rolün altından, kimi sahnelerin çiğliğine karşın başarıyla kalkan Nicole Kidman’ı en iyi anlayacak kadın oyuncu kim olabilir  ?Kuşkusuz, bu yıl ana jürinin başkanlığını yapan ve Michael Haneke”nin filmi “Piyanist”te (2001) benzer bir karakteri yorumlayan Isabelle Huppert olur, diye düşünmemek elde değil.

İYİLİKSEVER, ÇALIŞKAN VE BABACAN...

Aitor Arregi & Jon Garaño imzalı diğer kurmaca-belgesel örneği, aslında öyküsünü anlattığı Marcos adlı gerçek karakter iki yıl önce, 101 yaşında öldüğü için yeniden sahneye konulmuş, tarihsel toplumsal ve psikolojik boyutlarıyla has bir belgesel. Mizansen cilvelerinden uzak yalın diliyle etkileyici bir çalışma olan “Marco”, olağandışı bir kimliğin çelişkilerini, taraf tutmamaya özen göstererek, somut belgeler ve olaylar eşliğinde sergiliyor. 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya’ya gönüllü olarak çalışmak için giden, orada uyum sağlayamadığı için başı Alman polisiyle derde girince hapse atılan Marcos, kendine, Nazilerin toplama kamplarından sağ çıkmayı başaran antifaşist İspanyol militan kimliğini uygun görür. O da gerçek bir mağdurdur artık...

Hatta, toplama kampları mağdurlarının Barselona’da kurduğu derneğe sahte belge düzenleyerek üye olur. Canla başla çalıştığı, durmadan konferanslar vererek gençlere seslendiği için herkesin çok sevdiği Marcos, aslında yalanlarına kendisini bile inandırmayı başaran fabülatör bir kişiliğe sahiptir...

Bu tür hastalıklı insanlar, her toplumda her zaman önümüze çıkmıyor mu ?

Evet, çıkıyor. Ne yazık ki, aralarında Marcos kadar iyiliksever, çalışkan ve babacan olanlar pek az....

YANLIŞLAR VE SAHTEKÂRLIKLAR...

Valerio Mastandrea imzalı güzel bir açılış filmi olan “Nonostante” ten sonra, “Orizzonti” (Ufuklar) seçkisinde yarışan filmlerin ilk günlerdeki düzeyi de beklenenden daha doyurucu gözüküyor.

Genç Yunan yönetmen, Alexandro Avranas (1977) İsveç’te siyasi sığınmacı statüsü için başvuran genç Rus ailenin kafkavari yazgısını, yaşanmış olaylardan yola çıkarak, soğuk renklerle donuk tonların hakim olduğu, neşter keskinliğinde acımasız bir mizansenle gözler önüne seriyor. “Quiet Life”, giderek yükselen aşırısağ akımların etkisiyle, yabancı göçmen ve sığınmacılara yönelik politikalarını sertleştiren, eşitlikçi demokratik ve hümanist değerlere uzak düşen,  baskıcı yöntemlere başvurmaktan kaçınmayan tüm Batı Avrupa ülkelerini sessizce suçluyor.

Sığınma hakkı başvuruları, ilk aşamada İsveç kurumları tarafından reddedilen; temyiz mahkemesinde kazanabilmeleri için de, Rusya’da öğretmen olan babanın yaşadığı devlet şiddetine tanık olan sekiz yaşlarındaki küçük kızlarının ifade vermesi gerekmektedir... Ancak, ilk kararın olumsuzluğu, iki kızkardeşin de derin bir psikolojik travma yaşamasına neden olur;  bir devlet hastahesinde, tedavi için yapay komada tutulmaktadırlar artık...

Son yıllarda, sığınmacı adayı ailelerin çocuklarında arttığı gözlemlenen, “kabullenme sendromu” adı verilen ve sonuçları ağır olabilen bu ruhsal hastalığın uzmanı doktorların danışmanlığında gerçekleştirilen “Quiet Life”, ödül gecesine adını yazdırabilecek özgünlükte önemli bir kurmaca- belgesel...

ÇOK PARÇALI KIRILGAN AYNALAR...

Yine kadın-erkek ilişkilerine, karmaşıklığı doğurgan aşk üçgenlerinden yola çıkarak el atan Fransız yönetmen Emmanuel Mouret (1970), karakterlerine son derece yumuşak, sevecen gözlerle yaklaşırken, aralarındaki ilişkileri anlamaya ve anlaşılabilir kılmaya odaklanmış; bunu da, önceki filmlerindeki gibi, ustalıkla başarıyor.

Altın Aslan için yarışan “Üç Kadın Arkadaş” (Trois amies), her sanat dalının ana damarını oluşturan konusunun akla gelebilecek tüm boyutlarını, iddiasız gözüken yalın ve özgün bir senaryo içinde kucaklamayı başarmış aslında...

Moda dürtü ve saplantıların çok ötelerine yelken açan gerçekçi şiirselliği ve yalın hümanist boyutuyla, ödül listesini  altüst edebilecek düzeyde bir film izliyoruz; zevkle...

Fransız kültürünün Marivaux’dan (1688-1763) Eric Rohmer’e (1920-2010) uzanan zengin damarlarından beslenen Emanuel Mouret, felsefi toplumsal ve psikolojik boyutları at başı giden yaratıcı senaryoları ve yalın diliyle, içtenci sinema türünün giderek olgunlaşan ustası kimliğini bir kez daha tırmandırarak kanıtlıyor.  

Camille Cottin, India Hair ve Sara Forestier’in birbirlerini çok iyi tamamlayan yorumlarıyla daha da gerçekçi ve doğurgan kıldıkları “Üç Kadın Arkadaş”ın hikayesini özetlemeye çalışmak, kaçınılmaz olarak konuyu basite indirgeme anlamına gelecektir...

Bu tür özgün yaratıcı sineması örneklerini mutlaka izlemek gerekir. Üstelik, bir noktada tamamlayıcısı olduğunu ileri sürebileceğimiz “Babygirl” örneğinin tersine, en sert sansürcü zihniyet bile makaslanacak bir yer bulamayacaktır “Üç Kadın Arkadaş”ta...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları