Leyla Tavşanoğlu

Hükümetle hiç temasımız yok

05 Mayıs 2013 Pazar

Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Dr. Colin Dürkop, Alman STK’lerine önem verilmemesinden kaygılı

\n

LEYLA TAVŞANOĞLU

\n

Burada artık bizim vakıf temsilcilerine pek önem veren yok. ANAP döneminde siyasi bağlantılar çok güçlüydü. Ama bugün artık ne hükümetle ne de parlamentoyla önemli bir temasımız var.
AB’ye ne kadar çok yeni üye gelirse uzlaşma kültürünün o kadar zor olacağı söyleniyor. Kimileri de galiba Türkiye’de uzlaşma geleneği var mı sorusunu gündeme getiriyorlar.

\n

Dr. Colin Dürkop ailesi nedeniyle Türkiye’ye yabancı değil. Büyükbabası Bağdat Demiryolu’nun yapımında mühendis olarak çalışmış. Babası Siemens’in İstanbul bürosunda görevli olduğu için çocukluğu ve ilk gençliği Türkiye’de geçmiş. Türkçeyi hemen hemen aksansız konuşuyor. Yıllarca Türkiye’de görev almak için beklemiş. Bu düşü iki yıl önce gerçekleşmiş. Müziğe, özellikle klasik Batı müziğine meraklı. Çok güzel piyano çalıyor. Hatta Cumhuriyet’in Ankara Bürosu’nun giriş katındaki konsol piyanonun başına oturdu. Bize, Beethoven’in “Für Elise” adlı bestesini çalarak küçük bir resital verdi. Dr. Colin Dürkop resital öncesi baştan sona Türkçe yaptığımız söyleşi sırasında şöyle önemli bir tespitte de bulundu: “Bugün artık bizim vakıfların temsilcilerine pek önem veren yok. Eskiden ANAP döneminde siyasi bağlar çok güçlüydü. Ama artık ne hükümet kanadı ne de parlamentoyla önemli bir temasımız var.”
- Siz Konrad Adenauer Vakfı’nın (KAS) Türkiye temsilcisi olarak KAS’ın ne amaçla kurulduğunu ve faaliyetlerini anlatır mısınız?
COLIN DÜRKOP - Almanya’da böyle altı siyasi vakıf var. Parlamentoda temsil edilen siyasi partilerin her biri kendilerine yakın olan birer vakıf kurmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaşı kazanan müttefik ülkeler artık Batı Almanya’da demokrasi olmasına karar vermişlerdi.
Yalnız sorun, savaş sonrasında hiç kimsenin demokrasinin ne olduğunu bilmemesiydi. Zaten Nazi lideri
Hitler Almanya’da demokrasi kavramının hiç kimse tarafından bilinmemesi nedeniyle iktidarı ele geçirmişti. Bizim vakfın adını aldığı Konrad Adenauer, İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı Almanya’nın ilk başbakanıydı. Bütün siyasi partilerin, işçi sendikalarının kamuoyunda demokrasi bilincinin geliştirilmesine katkıda bulunmasına karar verildi. Bu amaçla devletin kurulacak sivil toplum kuruluşlarına bütçe sağlaması yoluna gidildi. 1963 yılında Konrad Adenauer Vakfı kurulduğunda sadece Almanya içinde faaliyet gösteriyordu.
1980’li yıllarda, yani 1980 darbesinden sonra 1983 genel seçimlerinde rahmetli
Özal liderliğindeki ANAP birinci parti çıktı. Bunun üzerine Özal dönemin CDU lideri Helmut Kohl’e bir mektup yazarak KAS’ı Türkiye’ye davet etti. Zamanında buna paralel olarak Türkiye Demokrasi Vakfı da kurulmuştu. O dönem KAS ANAP’la çok sıkı ilişkiler içine girdi. Aynı dönem küçük ve orta ölçekli işletmelerle (KOBİ) ilgili çalışmalar yapmak üzere başka bir vakıf da kurulmuştu. O yıllarda Türkiye’de planlı ekonomi dönemi olduğu için KOBİ kavramı pek bilinmiyordu. Böylece Türkiye’nin ekonomik sistemi açılım kazanmaya başladı. O nedenle bu uzmanlık alanımızı Türkiye’ye yaymak için ortak çalışmalarımıza o zamanlardan başlamıştık.
- Siz vakıfların PKK’ye parasal yardım yaptığı iddiaları vardı...
2014 bizim Türkiye’de otuzuncu hizmet yılımız olacak. Geniş çaplı kutlamalar yapacağız. Alman vakıflarının burada son bir buçuk yıl içinde önemli imaj sorunları oldu. Vakıflardan PKK’ye para yardımı yapılması konusu gündeme getirilmişti. Oysa böyle bir şey söz konusu olamazdı. Bunu kamuoyuna anlatmakta büyük yarar olacaktır. Uzakdoğu’da o kadar ülkede görev yaptım, ama benim KAS’taki çalışma yaşamım boyunca bu türden bir olay ilk kez başıma geldi. Zaten artık bizim vakıf temsilcilerine pek önem veren yok burada. ANAP döneminde siyasi bağlantılar çok güçlüydü. Ama bugün artık ne hükümetle ne de parlamentoyla önemli bir temasımız var.

\n

Alman vakıfları imaj sorunu yaşıyor

\n

Vakıflardan PKK’ye para yardımı yapıldığı konusu gündeme getirilmişti. Oysa böyle bir şey söz konusu olamazdı. Bunu kamuoyuna anlatmakta büyük yarar olacak.

\n

- Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’yle (TGC) KAS bir dizi gazetecilik seminerleri yapmak için 1996’da bir anlaşma yapmıştı. Bu ortak çalışma nasıl gidiyor?
- O zamanlar bizim genel bütçemiz daha büyüktü. Kriz Avrupa’yı vurmamıştı. Yılda iki, üç, bazen dört faaliyet yapabiliyorduk. Bugün daha azaldı. Ama hiç olmazsa bu ortak çalışma düzenli bir biçimde devam ediyor.
Bir de TGC’yle KAS’ın ortaklaşa düzenlediği yerel gazetecilik seminerleri var. Bunlar da önemli. Almanya’da ulusal basına kıyasla yerel basına çok daha fazla önem verilir. Türkiye’de ise tam tersi.
- Acaba demokrasilerin tam anlamıyla yerli yerine oturduğu ülkelerde mi yerel gazetecilik daha önemli?
- Olabilir. Ama ben Almanya’yı bildiğim için bizim ülkeden örnek verebilirim. Çünkü herkes sabah ilk önce kendi yöresinde neler olup bittiğini merak eder ve yerel gazetelerini alır.
Türkiye’de de yerel gazeteciliği desteklemek için TGC’yle ortak çalışmalarımız var. Çünkü demokrasiyi güçlendirmek ve teşvik etmek derken bunun çeşitli yolları var. Bu yollardan birisi ve çok önemlisi güçlü ve iyi bir medyanın varlığıdır.
- AB’yle 1963’ten beri süren bir aşk-nefret ilişkisi var. Diyaloğa önem veren bir insan olarak bugün gelinen noktada AB’yle işlerin tıkanması diyalog eksikliğinden mi kaynaklandığını düşünürsünüz?
- Resmi düzeyde sıklıkla temaslar vardı. Ne yazık ki bu temaslar Kıbrıs’ın (Rum kesimi) dönem başkanlığında altı ay süreyle tamamıyla durmuştu.
Tabii ki Türkiye-AB ilişkileri çok zor gelişiyor. Çünkü AB’nin kuralları çok çabuk değişiyor. Yani Türkiye’nin tam üyelik başvurusundan sonraki yıllarda bir sürü değişiklik oldu. Tabii ki başka siyasi nedenler de var.
Bakın Türkiye’yle Hırvatistan aynı yıl tam üyelik için başvurdu. Hırvatistan artık AB’ye tam üye. Biz Türkiye’yi AB yolunda desteklemek istiyoruz. Türkiye’nin AB standartlarında gelişmesine ne kadar yardımcı olabilirsek olalım istiyoruz.
- AB’ye bizde şüpheyle bakan, özellikle entelektüel kesimler AB’nin Metternich’in kutsal ittifak siyasetinden yola çıkılarak oluşturulduğunu, bir Hıristiyan kulübü olduğunu dolayısıyla da bunun içinde, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’nin yerinin olmadığını savunuyorlar. Siz buna ne diyorsunuz?
- Buna hiçbir şekilde katılamam. Lizbon Anlaşması’ndan sonra Hıristiyanlığa hiçbir şekilde önem atfedilmiyor. Bakın, Bosna Hersek de AB’ye tam üyelik başvurusu yapacaktır. Bosna Hersek’te de Müslüman nüfus ağırlığı var. Ama Bosna Hersek için Müslüman nüfus bir soru işareti yaratmayacaktır.
Geçmiş yıllarda AB’ye sizin de dediğiniz gibi şüpheyle bakanların tezi Hıristiyan kulübü olduğuydu. Ama artık hiç geçerli değil. Bugün Kopenhag Kriterleri’nin benimsenmesi önemlidir.
- Hatırlayacaksınız, tam üyelik başvurusu tartışmaları sürerken Brüksel’den çok büyük bir ülke olan Türkiye’nin hazmedilmesinin zor olacağı söylenmişti...
- Evet, Türkiye çok büyük. Nüfusu 76 milyonun üzerinde. Bugünkü durumda AB’de bir uzlaşma konusu gündemde. Ne kadar çok yeni üye gelirse uzlaşma kültürünün o kadar zor olacağı söyleniyor.
Kimileri galiba Türkiye’de uzlaşma geleneği var mı sorusunu gündeme getiriyorlar. Bu Hıristiyanlıktan çok daha önde gelen bir tartışma konusu şimdi.

\n

İslamofobi medya tarafından abartılıyor

\n

- Avrupa ülkelerinde gittikçe yükselen İslamofobi de Türkiye’nin tam üyeliğinin önünü kesen bir etken olabilir mi?
- Avrupa’da İslamofobi 11 Eylül saldırılarından sonra başladı. Daha önce böyle bir gelenek yoktu.
- Hatta 1963’te Batı Almanya Türkiye’den işçi göçünü başlatmadı mı?
- Yani İslamofobi yeni bir fenomen. İnşallah daha genişlemez. Zaten çoğu zaman medya tarafından da abartılıyor. Ama bu İslamofobinin Türkiye’nin AB üyeliğini engelleyecek bir etken olduğunu sanmıyorum. Bakın, medya İslamofobiyi hızlandırıyor. Medyada ne kadar çok bu tür haber çıkarsa konuyu iyi bilmeyen okuyucu medyanın verdiği haberler doğrultusunda algılara sahip oluyor.
- İyi de Almanya’da son yıllarda Türklere karşı çok ciddi saldırılar oluyor. Evleri Neonaziler tarafından yakılıyor; öldürülüyorlar. Buna ne diyeceksiniz?
- Bunlar çok büyük skandallar. Bizi çok üzüyor. Bunların önü ancak sistemin değiştirilmesiyle mümkün olacaktır. Bu yolda da çalışma yapılıyor.

\n

Türklere saldırılar istihbarat eksikliğinden

\n

- Sistem nasıl değiştirilecek?
- Almanya’nın sistemi federal. Çeşitli eyaletler var. Bu eyaletler ellerindeki istihbarat bilgilerini emniyet güçleriyle paylaşmamış olabilir. Bu istihbarat eksikliğinin giderilmesi üzerinde çalışılacaktır. Ama Almanya’da çıkan her yangın da Neonazilerin Türklerin peşinde olduğu anlamına gelmez.
Medya bu türden haberler yaparsa bu sefer Türkiye ve Almanya’daki önyargıların büyümesine yol açabilir. Karşılıklı tepkiler, sürtüşmeler başlar. Yazık olur.
Genelde Almanya’da Türkler ve Almanlar uyum içinde yaşıyorlar. Tabii ki Almanya 80 milyon nüfuslu büyük bir ülke. Maalesef Neonaziler vardır. Bu Neonazi akıma karşı da istikrarı korumak için mücadele etmek lazımdır.

\n

Türklerin Almanya’ya uyumunda hata yapıldı

\n

- Peki, Türk nüfusun entegrasyonu başarılı oldu mu?
- Tabii ki entegrasyonda bir sürü hata yapıldı. İlk yıllarda entegrasyona önem verilmemişti. Bugün bunun zorlukları yaşanıyor.
Entegrasyon uzmanları,
“Geçmişte göz ardı edilen şeyler bugün artık geçmiştir. Ama bugünden itibaren ileriye bakmak lazım. Dilin öğretilmesi çok önemlidir” diyorlar.
Yalnız bazen entegrasyon da yanlış anlaşılıyor. Entegrasyon asimilasyonla karıştırılıyor. Oysa entegrasyon asimilasyon değildir. Türkiye’deki şüpheciler Türklerin ille de Alman yapılmak istendiğine inanıyorlar. Öyle yanlış ki. Uyum sağlamak diyalogdan geçer. Onun için dilin yani Almancanın öğrenilmesi çok önemli. Entegrasyon ya da uyumdan kasıt Almancanın öğrenilmesi ve anayasa maddelerine uyulması. Bu iki faktörden başka koşul yoktur. Baktığınız zaman Türkler kendi örf ve âdetlerini Almanya’da zaten yaşıyorlar.

\n

PORTRE
Dr. Colin DÜRKOP
Frankfurt, 1955 doğumlu. Babasının Siemens şirketinin İstanbul bürosunda görevli olması nedeniyle ortaöğrenimini İstanbul’daki Alman Lisesi’nde yaptı. Avusturya-İnnsbruck Üniversitesi’nden Ekonomi ve Sosyal Bilimler alanında doktora derecesini aldı. BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) Roma ofisinde 1979’da çalışma hayatına atıldı. Batı Almanya Tarım ve Kooperatifler Bakanlığı adına Tayland-Bangkok’ta bir Dünya Bankası projesi yürüttü. 1986-87’de Türkiye’de Dünya Bankası projelerine danışmanlık yaptı. Daha sonra Alman Hıristiyan Demokrat Partisi’yle (CDU) bağlantılı olan Konrad Adenauer Stiftung’a (KAS) (ya da Türçesiyle vakfına) geçti. Güney Kore, Japonya ve Singapur’da KAS’ın siyaset diyaloğu programını yönetti. Daha sonra Almanya’da KAS’ın Türkiye Masası Başkanı ve Asya Bölümü Direktörü olarak görev yaptı. Şimdi KAS’ın merkezi Ankara’da bulunan Türkiye temsilcisi.

\n


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Tedavi olsunlar 1 Mart 2015

Günün Köşe Yazıları