Hikmet Çetinkaya

Ey Sarayın Gevezesi!..

07 Eylül 2014 Pazar

Sessizler, güçsüzler, ezilenler... Sen bir yerde o bir yerde, vadilerde, dağlarda, merdiven altlarında...
AVM’lerde, Tuzla tersanelerinde, dehlizlerde, ovalarda...
Ölümle burun buruna... Sultan hazretleri el üstünde, kasalar, dolarlar, altınlar başka yerlerde.
Sütten çıkmış ak kaşık gibi...
Başının üzerinde!
Öte yandan hayatın acı suyu, kıran yerleri, derin bir uyku, acı, gözyaşı...
Tam işte oralarda; ölümün kol gezdiği çöllerde, yoksulluğun ortasında, cehaletin kör karanlığında.
Saraydan al buyruğu, döşe yazıyı, 28 Şubat mağduriyeti, yok paralel, haşhaşi...
Yazını yaz hemen, akşam çıkacaksın zaten televizyona...
Konu belli, bindir sağa sola...
Utanmadan dolaş yine...
Aferin, başardın!
Sultanın kesenin ağzını açtı yine...
Yüzlerce hayat yok olurken, Uludere bombalanırken sustun, nice ölümlere alkış tuttun!
Görev tamam!
İyi iş tuttun, ikinci hamlede rakibini yıktın!
Sen kahraman değil ödleksin aslında...
Bir zamanlar Pensilvanya turizmi için sıraya girerdin, tapeler ortaya çıkacak mı diye paniklerdin.
Haydi hayırlısı bunu çoktan atlattın, yeni ihaleleri almak için kolları sıvadın!
Bilir misin hayatta az çok insan tanımış olan herkes, gevezelerin hep aynı tümceleri yinelediklerini bilir.
Konuyu temcit pilavı gibi kırk kez sofraya süren geveze, çevresindekilere ilallah dedirtir.
Sen de onlardan birisin...
Sayınız çok, say say bitmez!
Sen hâlâ siyasi mağdurları savunurken kimse inanmıyor artık, rüzgârgülü...
Sahtekârlığın yüzünden akıyor, herkes tanıyor seni...
Sevgisizsin, ekmeğimizi, aşımızı çalan sensin!

***

Sana Paul Eluard’ın sonsuz yalnızlıklarını; İlhan Berk’in “Avluya Düşen Gölge”sini, değişen mevsimlerini; yağmurlu bir sonbahar sabahını anlatsam anlayabilir misin ey sarayın gevezesi!
Bilir misin çocuklar salt gözleriyle konuşur!
Acı vardır, hüzün!
Umut vardır, umut!
Sevinçlerin yeşerdiği bahçeler!
Bir nar ağacının düşünceleri!
Kaygı vardır!
Bir seferberlik karanlığında yola çıkmak, güneşin derin denizlerde yıkandığı sabahlara ulaşmak.
Ürkek bir yontuyu andıran kuşatılmış tutkular...
Alev alev yanan güneş topu...
Son fener bekçileri...
Dalgın ve ürkek sular!
Ey Sultanın soytarısı, gevezesi, niçin mağduriyet edebiyatı yapıyorsun hâlâ!
Bak sonbahar ağaçları üşümüş...
Dalları çırılçıplak!
Saçlarında rüzgâr, gözlerinde fırtına...
Aşağıya bak uçurum!
Çocuklar...
Çocuklar ölmüş Gazze’de, Suriye’de, Musul’da...
Ölü bedenleri üzerinde yağmur...
Nâzım’ın sesi ve soluğu...
“Kapıları çalan benim / kapıları birer birer. / Gözünüze görünemem / göze görünmez ölüler.
Saçlarım tutuştu önce, / gözlerim yandı kavruldu. / Bir avuç kül oluverdim, / külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için / hiçbir şey istediğim yok. / Şeker bile yiyemez ki / kâğıt gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı, / teyze, amca bir imza ver. Çocuklar öldürülmesin / şeker de yiyebilsinler.”

***

Yine seni gördüm önceki gece renkli camda, sallayıp duruyordun geveze...
Bir o yana, bir bu yana!
Çocukların ölmesi umurunda değildi senin...
Yaşadığın coğrafyada, Ortadoğu’da, Kara Afrika’da...
Atıp tutuyordun!
Hep aynı hava, aynı palavra!
O anda aklıma İtalyan hukukçusu Piero Calamandrei’nin şu sözleri geldi:
“Hukuk, kimse tarafından saldırıya uğramadığı ve bulandırılmadığı sürece, soluk aldığımız hava gibi, görünmez ve tutulmaz bir biçimde yöremizi kaplar.
O ancak yitirdiğimiz zaman değerini anladığımız gibi, sezilmez bir şeydir.”
Evet, sarayın soytarısı, gevezesi!
Sen ne anlıyorsun bundan?
Hiçbir şey!
Ben bu sözlerin, salt hukuk için geçerli olmadığına ve yaşamın çok değişik kesimlerinde kurallaştığına inanıyorum...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları