Figen Atalay
Figen Atalay figen.atalay@cumhuriyet.com.tr Son Yazısı / Tüm Yazıları

Vatansever, yüksek karakterli, çalışkan...

29 Ekim 2023 Pazar

Cumhuriyetimizin ilk yıllarında akıl ve bilime dayalı laik eğitim sistemiyle çağdaş dünyaya uyumlu bir kuşak yetiştirmek amaçlandı. Öğretim Birliği Devrimi ve Harf Devrimi yapıldı. İkinci yüzyıla girerken dinci cemaat ve tarikatlarla yapılan protokoller, “zorunlu” seçmeli din dersleri, zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri ile eğitim dinselleştirildi, bilimden, laiklikten uzaklaşıldı.

Cumhuriyetimizin kurulduğu 1923 yılında Türk eğitim sistemi tam anlamıyla karanlığın içinde. Eğitim çağındaki çocukların ancak dörtte biri okula gidebiliyor. Tüm ülkede 4 bin 894 ilkokul, 72 ortaokul, 23 lise, 64 meslek okulu bulunuyor. Ortaokullarda 5 bin 905, liselerde 1241 öğrenci okuyor. Henüz üniversite olamayan bir Darülfünun ve sekiz yüksekokul var. Bu kurumlardaki öğrenci sayısı sadece 2 bin 837 iken ülke genelinde 479 medreseye 8 bin öğrenci gidiyor. 12 milyon nüfusun sadece bir milyonu okuma yazma biliyor.

Eğitimde devrim

Atatürk ve dönemin aydınları, devraldıkları sorunların çözümünde önceliği eğitime veriyor. 3 Mart 1924’te gerçekleştirilen Öğretim Birliği Devrimi ile eğitim laik ve bilimsel eksene oturtuluyor, 1 Kasım 1928’deki Harf Devrimi ile okuryazarlığın önü açılıyor.

O yıllardaki eğitimin durumunu anlatan Prof. Dr. İsa Eşme, “1930’lu yılların başlarında 14 milyon civarındaki nüfusun 3 milyonu şehir ve kasabalarda, 11 milyonu köylerde yaşıyordu. Bunun için yeni bir eğitim devrimi, yeni bir atılım gerekiyordu. Bu atılım, bizzat Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün önerisiyle 1936’da ‘Eğitmen Kursları’ denemesiyle başlatılacak olan ‘Köy Enstitüleri’ projesiyle sağlanacaktı. Enstitüler kısa sürede büyük başarı gösterdi, yüzyıllardır okul ve öğretmen görmeyen binlerce köy; okula ve öğretmene kavuştu ancak Hasan Âli Yücel’in 1946’da görevden uzaklaştırılmasıyla başlayan yeni dönemin ilk kurbanı Köy Enstitüleri oldu” diyor.

Prof. Eşme, 1950’den bugüne eğitim alanında yapılanlarla ilgili olarak şunları söylüyor:

“Cumhuriyet, akıl ve bilime dayanan laik eğitim sistemiyle çağdaş dünya ile uyumlu bir kuşak yetiştirmek istiyordu. Benimsenen eğitim sistemiyle aklın ve bilimin rehberliğini özümsemiş, Cumhuriyet değerleri ve ülke sorunlarına duyarlı, boyun eğmeyen, hakkını arayan, ‘fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür’ yurttaş yetiştirilmesi hedeflenmişti. Cumhuriyetin ilk 70-80 yılında, verilen bazı ödünlere rağmen bu büyük ölçüde başarılarak ülkemiz bulunduğu coğrafyada örnek bir ülke oldu. Peki, son 20 yılda uygulanmak istenen eğitim sistemi ile nasıl bir yurttaş yetiştirilmek isteniyor? ‘Dindar, muhafazakâr, ait olduğu grubun değerlerine duyarlı, itaatkâr, biat kültürünü benimseyen, eleştirel düşünceye kapalı, ait olduğu grubun emirlerine bağlı’ yurttaş. ‘Eğitimde 100 yılda nereden nereye geldik’ sorusunun cevabı, Cumhuriyetin başındaki yurttaş yetiştirme hedefleriyle son dönem benimsenen bu hedefler arasındaki farkta saklıdır.”

Eğitimde birlik sağlanamadı

Prof. Dr. Mustafa Özcan, “Cumhuriyetin 100. yılında eğitimde birliğin tam olarak sağlandığını söylememiz mümkün değil. Buna bir örnek olarak Kuran kurslarını verebiliriz.Kuran kurslarına giden öğrenci sayısındaki artış bu hızla giderse 10 yıl sonra yaklaşık 2 milyon çocuk, pedagojik formasyonu olmayan, imam hatip lisesi mezunu öğreticilerden aldıkları eğitimden sonra ilkokula başlayacak. Bu durum Atatürk dönemi yasalarıyla çelişiyor” diyor.

Eğitimde eşitliğin ve sosyal adaletin sağlanamadığını da belirten Prof. Özcan, şöyle devam ediyor: “İsmail Hakkı Tonguç’u ve Köy Enstitülerini anlayamadık. Köy Enstitüleri ve diğer yatılı okullar kapatılmamalıydı. Atatürk, becerili, üretken ve etkili öğrenciler yetiştirilmesini istiyordu. Öğrendiğini uygulayabilen, üretken ve etkili bir gençlik yetiştiremiyoruz. Okullar sınava hazırlama merkezine dönüştü. Kaderimiz eğitimle yazılıyor. Her aile çocuğunu en iyi okula göndermek istiyor. Bu ülkede okullar eşit değil.”

‘İrfan hayatımızda bir inkılap’

İstanbul Darülfünu’nun çağdaş bir bilim ve öğretim kurumuna dönüştürülmesine 1931 yılında karar veriliyor. İstanbul Üniversitesi’nin açılması, gazetemizin 1 Ağustos 1933 tarihli sayısında “İrfan hayatımızda bir inkılap: İstanbul Üniversitesi açıldı” manşetiyle duyuruluyor.

İstanbul Üniversitesi’nin kadrosuna Nazi rejiminden kaçmak isteyen çok sayıda Alman akademisyen davet ediliyor.

Mustafa Kemal Atatürk, 1 Kasım 1933 tarihinde TBMM açılışında yaptığı konuşmada, “Arkadaşlar! Üniversite tesisine verdiğimiz önemi beyan etmek isterim. Yarım tedbirlerin kısır olduğuna şüphe yoktur. Bütün işlerimizde olduğu gibi maarifte ve kurulan üniversitede de radikal tedbirlerle yürütmek kati kararımızdır” diyor.

Sistem büyüyor, kalite düşüyor

Cumhuriyetin 100. yılına geldiğimizde üniversite sayısı 208’e, öğrenci sayısı 7 milyona ulaştı ancak kalitenin giderek düşmesi engellenemedi, akademik özgürlükler ve liyakat giderek büyüyen sorunlar olarak karşımıza çıktı. 

1982 yılında tasarlanan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu (YÖK) merkezi ve dayatmacı tutumuyla özerkliğe büyük yara verdi, yükseköğretim sisteminin tıkanmasına neden oldu.

Prof. Dr. Üstün Ergüder, bu konuda şunları söylüyor:

“Yaklaşık 40 senedir yürürlükte olan 2547 sayılı kanunun hiyerarşik ve bürokratik bir yapı olarak düzenlediği, bir üniversitenin olmazsa olmazı olan akademik özgürlük ve kurumsal özerklik giderek aşınmış, yükseköğretim sistemi birçok açıdan tıkanmaya başlamış ve zaten bütün sistemin merkeziliğine prim veren tasarımı zamanla ve pratikte daha da merkezi ve buyurgan bir yönetim tarzını teşvik eden bir evrimden geçmiştir. 1982’de tasarlanan YÖK elbisesi, o günden beri yapılan bir sürü yamaya rağmen her bakımdan çeşitlenen yükseköğretim sistemimize dar gelmeye başlamıştır.

Günümüzde ise bilim ve teknoloji çağına ayak uydurmak ve atılımlar yapmak, orta gelir tuzağından kurtulmak istiyorsak üniversitelerin kurumsal özerkliğine, akademik özgürlüğe ve kurumsal özerklik üzerine inşa edilmiş, kurumlar arası rekabeti özendiren sistem çeşitliliğine önem vermek hayati öneme sahiptir.” 

50 YILDA NELER OLDU?

Laik eğitim sürekli örselendi 1950’DEN 2000’li yıllara uzayan 50 yıllık sürede, Cumhuriyet eğitiminin ana direkleri olan öğretim birliği ve laik eğitim sürekli örselendi. Bunun en çarpıcı göstergelerinden ilki 1973’te çıkarılan Milli Eğitim Temel Kanunu’na eklenen bir madde ile imam hatip okullarının, Öğretim Birliği Yasası çiğnenerek liselere alternatif okullar haline getirilmesi oldu.

İkincisi, 12 Eylül askeri yönetimince 1983’te din derslerinin zorunlu dersler grubuna alınmasıydı. Son 20 yılda yapılanlar Cumhuriyetin eğitim ilkelerinin örselenmesinin ötesinde bir “dönüşüm” niteliğini aldı. Bu dönüşümün en radikal olanı 2012’de yürürlüğe giren ve kamuoyunda 4+4+4 olarak adlandırılan yapılanma.

‘Dürüst, çalışkan ve üretken’

ATATürK ve dönemin aydınları Türk gençlerinin şu özelliklere sahip olmasını istiyordu:

1-Vatansever, idealist ve fedakâr.
2- Becerili, aktif ve üretken.
3- Karakterli, dürüst ve erdemli.
4- İnkılapları yaşatan.
5- Çok çalışkan.

Sayılarla Türk eğitimi

  • Yükseköğretimde 7 milyon öğrenci
  • 2022-2023 verilerine göre toplam 208 öğretim kurumunda 6 milyon 950 bin 142 öğrenci, 184 bin 566 öğretim elemanı bulunuyor.
  • Öğrencilerin 6 milyon 204 bin 78’i devlet üniversitelerinde, 735 bin 433’ü vakıf üniversitelerinde, 10 bin 631’i vakıf yüksekokullarında öğrenim görüyor. 
  • Okulöncesi, ilkokul, ortaokul ve liselerdeki öğrenci sayısı ise yaklaşık 19 milyon. 


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Başarı şart mı? 12 Ekim 2024

Günün Köşe Yazıları