Ayşe Emel Mesci

Siyaset tüm alanları eziyor

01 Aralık 2014 Pazartesi

Bir şehir mekânlarını niye korumaz? Dokusunu niye korumaz? Bu soruların mutlaka birden çok yanıtı vardır ama sanırım İstanbul açısından en önemlisi, nüfusun çok önemli bir bölümünün bunu hiç ama hiç

Uzun bir sürgünün ardından 1993’te Türkiye’ye döndüğümde önce gözaltına alınmıştım. Hiç unutmam, Sevgili Fatma Girik o zaman Şişli Belediye başkanıydı, Gayrettepe’deki Emniyet Müdürlüğü’ne girmiş, “Arkadaşımı daha ne kadar tutacaksınız burada?” diye sormuştu. Çok kişi vardı çıkışımı bekleyen. Ahmet Kaya dışarıda sabahlamıştı. Gözaltı, hastane, sorgu derken ikinci gün akşamüstüne doğru bıraktılar beni. O zaman Sevgili Onat ve Filiz Kutlar, “Gel seni güzel bir yere götürelim, İstanbul’a döndüğünü anla” dediler, aldılar beni Sultanahmet tarafında, çok güzel restore edilmiş bir eski Osmanlı evine götürdüler. 14 yıl sonra döndüğüm İstanbul’da ilk kahvemi orada içtim: Orası, “Yeşil Ev”di.

Yeşil Ev ve bellek sorunu
Yeşil Ev’in içindeki eşyanın satıldığı, işletmenin devredildiği, Çelik Gülersoy’un İstanbul’a verdiği armağanlardan birinin daha son demlerine yaklaşıldığını gazetemizde okuyunca içim cız etti. “Bu hoyratlık, bu umursamazlık niye?” diye düşündüm.
Bir şehir mekânlarını niye korumaz? Dokusunu niye korumaz? Bu soruların mutlaka birden çok yanıtı vardır ama sanırım İstanbul açısından en önemlisi, nüfusun çok önemli bir bölümünün bunu hiç ama hiç umursamaması olsa gerek. Çelik Gülersoy belli bir yapı modelini korumak, İstanbul’un eski dokusu hakkında hiç değilse bir fikri, bir imgeyi bu yoldan gelecek kuşaklara aktarmak için gitmiş o binayı satın almış, onarmış, güzelleştirmiş, bununla “Europa Nostra” başarı madalyasını kazanmış, kimin umurunda? Turing’in bile yeterince umurunda olmadıktan sonra…
“Bir şehir mekânlarını niye korumaz?” sorusuna İstanbul bağlamında verilebilecek en acı ama ne yazık ki doğru yanıt şudur bence: Şehir nüfusunun çoğunluğu İstanbul’u öğrenilecek, sahip çıkılacak, korunacak, “bizim” denecek, miras olarak aktarılacak bir yer değil, ganimetin paylaşılacağı bir savaş alanı olarak görmektedir. İnsanlar bellek ile olan kültürel ilişkilerini bu şehir üzerinden değil, geldikleri “memleketleri” üzerinden kurmakta (ki bu da en doğal ve meşru haklarıdır), o zaman da ortaya kültürel varlığı ve mirası öncelikle içinde yaşayanlardan korunması gereken, kendine yabancılaşmış bir şehir/ şehirleşme çıkmaktadır. Bu da seçilmiş yerel yönetimlerin “koruma” politikalarındaki rolünü daha da önemli hale getirmekte ama söz konusu politikalar ne yazık ki bir türlü doğru dürüst uygulanmamaktadır. Koruma politikalarının niye uygulanmadığını, değerli mimarlık tarihçimiz Doğan Kuban üç cümlede özetlemiş: “En büyük sorun kültür Türkiye’de el değiştirdi. Bu, onun sonucudur. Tarihi, sanatı bilmiyor ve de sahip çıkmıyorlar.”

Özel tiyatrolara yardım konusu
Aslında bu durumu tiyatro alanında da çeşitli örneklerle yaşıyoruz. Devlet Tiyatroları’nın Ankara’daki çeşitli sahnelerinin elden çıkarılmasına yönelik girişimler, İrfan Şahinbaş arazisinin başına gelenler, tiyatro mekânlarına da ne denli marjinal bakıldığını gösteriyor. Ne olacak, bugün tiyatro olarak kullanılır, yarın satarsınız, otel veya AVM olur. O binanın şehrin kültürel belleğinde edindiği yer, orayı paylaşmış sanatçıların ve seyircilerin kişisel tarihleriyle bütünleşen şehir tarihi, bütün bunlar hiçbir önem taşımıyor, onu anlıyorsunuz. Tıpkı, İstanbul’daki Yeşil Ev hadisesinin gösterdiği gibi...
Anlayış bu olunca, özel tiyatrolara yardım konusunda da sanatın ve genelde demokrasinin ilkeleriyle hiç bağdaşmayacak bir şekilde, en meşru hakkını kullanarak itiraz eden, muhalefet yapan bazı özel tiyatroların cezalandırılması yoluna gidilebiliyor. Yardımlar sanatsal veya idari değerlendirmelerin tamamen dışında, siyasi değerlendirmeye tabi tutulabiliyor. Bunun tiyatro sanatı açısından yaratacağı sıkıntı, söz konusu özel tiyatrolardan özellikle bazılarının ülkenin kültür ve sanat yaşamında tuttukları yer alınan kararda hiçbir önem taşımıyor. Çünkü, tıpkı şehircilikte olduğu gibi, “geleneksel sanat” tarifi dışında kalan hemen hemen tüm sanat dallarına ve tabii ki tiyatroya tamamen “araçsal” olarak bakılıyor; siyaset alanı her şeye o denli hâkim kılınmış ki diğer tüm alanları ezip geçiyor, her şey paraya ve/veya oya ne kadar tahvil olabileceği üzerinden değerlendiriliyor. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde şehircilik deneylerinde tiyatronun oynadığı ve tiyatroya verilmek istenen rolün farkında değil gibi davranıyorlar. Şehir hayatında tiyatronun yerinin ne olabileceği üzerinde hiç kafa yormamış gibi davranıyorlar. Üstelik bu kurullarda tarihçiler de yer alıyor ama uzun vadeli perspektif nedense günlük politikanın bir türlü üzerine çıkamıyor.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024
Toplumsal çürüme 21 Ekim 2024

Günün Köşe Yazıları