Ayşe Emel Mesci

Özgürleşme dilde başlar

15 Haziran 2015 Pazartesi

İnsan sözcüklerle düşünür. Sözcüklere, dolayısıyla dile egemen olan, zihinlere egemen olma yolunda çok önemli bir mesafe kat etmiş demektir.

Dil inanılmaz bir dönüştürme gücüne sahiptir. Çünkü insan sözcüklerle düşünür. Sözcüklere, dolayısıyla dile egemen olan, zihinlere egemen olma yolunda çok önemli bir mesafe kat etmiş demektir. Bunun tersi de doğrudur elbette: Özgürleşme dilde başlar.
Sistemler üzerine kuruldukları temelleri dil yoluyla toplumda içselleştirme mücadelesini hiç ara vermeden sürdürürken, muhalif çeşitli toplumsal gruplar veya bireyler sistemin dilini benimserler veya kendileri de alternatif olarak başka bir sistem dili önerirlerse zincirleri kırmaları hemen hemen olanaksızlaşır.

Dil kirliliği
Üstelik öyle bir iletişim ve popüler kültür çağında yaşıyoruz ki, biraz abartarak söyleyecek olursak, en çok internet, cep telefonu ve televizyonla konuşuyoruz. Ana iletişim kanallarımız, yani sözümüzü belirleyen en temel etkenler dünyamızı çepeçevre kuşatmış uydulardan beynimize akan sinyaller oluyor. Bu iletişimde bir yanıyla tartışmasız bir özgürleşme ve bilgi akışında demokratikleşme söz konusu. Ama madalyonun diğer yüzünde hızın ve erişimde kolaylığın birikimi, emeği, hakikat arayışını, yani daha ağır ama derinlemesine bir gidişi giderek gölgelemesi yer alıyor.
Dil kirleniyor.
Uzun süredir aklıma takılan bir sorun bu, üstelik sadece günümüzün konusu da değil. Hölderlin’in yüzyılların ötesinden Sofokles’e yönelttiği eleştirinin temelinde de dilin kirlenmesi değilse de aktarılanın derinliğinden kopması, sözcüklerin dip akıntılarını değil ılık yüzey sularını yansıtması vardır. Bana tüm bunları tekrar düşündüren, son zamanlarda kulağımı çok tırmalamaya başlayan bir çift sözcük oldu: Satın almak.

Satın almak
Sözlük anlamı, bir malı ederini ödeyerek almak olarak açıklanıyor. Uygarlık kadar eski olan, hatta uygarlığın doğuşunun temel saiklerinden biri olması bakımından onu öncelediği de söylenebilecek ticaretin iki ana eyleminden biri bu: satmak ve satın almak... Elbette, iktisadi modellere göre satma ve satın almanın koşulları tarih içinde değişip durmuştur, diye düşünüyorum. Ama ticaretin var olduğu her toplumda karşılığı belli olan bir terim bu.
Her terim, her sözcük gibi “satın almak” da kendi doğrudan karşılığının dışında da çeşitli yan anlamlar yüklenebilir, bunda da şaşırtıcı bir yan yok.
Örneğin, benim hatırlayabildiğim kadarıyla, en azından son dönemlere gelinceye dek “satın alma”ya genellikle olumsuz yan anlamlar yüklenirdi: Bir insanı satın almak, ona doğruluğuna inanmadığı şeyleri para veya herhangi bir çıkar karşılığı yaptırmak manasına gelirdi. Veya çıkar uğruna düşüncelerinden vazgeçen insanlar için “düşüncelerini, inandığı doğruları sattı” denirdi.
Oysa bugün “satın almak” terimi kabul görmek manasında da kullanılır oldu: “Halk bu üslubu satın aldı”, “bu fikir satın alındı”, “seçmen kitlesi bu lideri satın alıyor.”
Bir terimin geçirdiği bu anlamlanma macerası, çok aşırı genellemelere gitmek istemesem de, Türkiye toplumunun geçirdiği süreci, daha doğrusu egemen zihniyet akımlarının toplumda içselleştirmeye çalıştıkları kalıbı bence gayet iyi yansıtıyor.
“21. Yüzyılda Kapital” adlı, tüm dünyada geniş yankı uyandıran kitabın yazarı, Fransız iktisatçı Thomas Piketty Türkiye’ye geldiğinde, ülkemizde Japonya’dan çok milyarder olması konusundaki soruya şu cevabı vermişti: “Yanlış bilmiyorsam Japonya’nın gayri safi yurtiçi hasılası Türkiye’den yüzde 20 oranında yüksek. Japonya’da bile bu kadar milyarder yok. Bu kadar milyarderinizin olması son derece tuhaf.”
Kim bilir, “satın alma” teriminin kısaca özetlemeye çalıştığım sürecinde, Piketty’ye “tuhaf” gelen bu durumun ve “her mahallede bir milyoner yaratacağız” zihniyetinden Japonya’dan fazla milyarder üretme noktasına gelen sistemin de bir etkisi olmuştur, ne dersiniz?



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024
Toplumsal çürüme 21 Ekim 2024

Günün Köşe Yazıları