Ayşe Emel Mesci

Çaykovski İstanbul’da

20 Mart 2017 Pazartesi

“Sanatçı olmak ne büyük bir mutluluk! Şu an yaşamakta olduğumuz böylesine hüzünlü bir dönemde sadece sanat bizim dikkatimizi hiç de hoş olmayan gerçeklerden alıkoyabiliyor. Küçük evimde piyanonun başına oturduğum zaman bizi aşağı çeken bütün o ıstırap dolu sorulardan kendimi arınmış hissediyorum. Bu belki de çok bencilce bir düşünce. Ama her birimiz insanlığın iyiliği için kendimize göre katkıda bulunuyoruz; ve benim görüşümde sanat insanlık için en temel gereksinimdir.”
Eşsiz besteci Çaykovski’nin, himayesinden yararlandığı Madam Nadejda von Meck’e yazdığı bir mektuptan yapılmış bu alıntı, yaratıcı sanatçının içinde yaşadığı toplumla ilişkileri konusunda insanı düşündürüyor. Bu ilişkilerde zaman ve coğrafya ile sınırlanamayacak genel bir özellik bulunduğunu akla getiriyor. Hele bizimki gibi siyasetin, üstelik son dönemin deyimiyle “post-gerçekçi”, yani kısacası yalancı siyasetin kendi dışındaki her alanı ezdiği bir ülkede farklı bir tınısı var Çaykovski’nin yaklaşık yüz otuz yıl önceki bu sözlerinin. Çünkü sığ siyaset sularının çok geniş bir alanı kaplayıp bataklığa dönüştürdüğü, kirlettiği bir zaman/mekân koşulunda sanatçının yapıtlarını, yaratıcılığını, üretkenliğini koruma kaygısı duymaması olanaksız.

İstanbul’un atmosferi
Emre Aracı’nın İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan “Çaykovski İstanbul’da” kitabını okurken zihnime çeşitli çağrışımlar üşüştü. Çaykovski’nin 1886 ve 1889’da iki kez uğradığı İstanbul’la ilgili günlüğüne düştüğü notların çevresinde Aracı’nın titiz biraraştırmacılık ve zengin bir hayal gücüyle ördüğü bu küçük kitap, yaklaşık yüz otuz yıl öncesi İstanbul’unun atmosferini yansıtması açısından da son derece ilginç. Yazar, Çaykovski’nin gördüğünü söylediği mekânlar hakkında aynı dönemde İstanbul’a gelmiş başka sanatçıların, seyyahların da gözlemlerini ekleyerek ünlü besteciye nasıl bir İstanbul görüntüsünün yansıdığını yeniden canlandırmaya çalışmış. Bu izlenimler bir araya gelince, aynı kentin içinde, Galata Köprüsü’yle ayrılmış iki farklı dünyanın yaşadığını, bu dünyaların kâh kesişip kâh ayrıştığını, birbirlerini zaman zaman merak, zaman zaman öfkeyle izlediklerini, bugünlerin bazı fay hatlarının ilk kırılma noktalarının 19. yüzyıla kadar uzandığını duyumsuyorsunuz.

Lange Bey ve Çaykovski
Kitapta anlatılan bir olay bu atmosferi hissetmek açısından özellikle ilginç: 1886’da Batum’dan Marsilya’ya gitmek üzere bindiği gemi İstanbul’a da uğrayıp iki gün mola verince, Çaykovski uşağıyla birlikte karaya çıkıyor ve geceyi şehirde geçiriyor. Pera’da dolaşırken Tepebaşı Bahçesi’nden gelen müzik sesi üzerine oraya da uğrayan besteci, Lange Bey yönetimindeki senfoni orkestrasından Beethoven dinliyor. Çaykovski’nin “Leipzig tipi” diye nitelediği Lange Bey, Alman müzisyen Paul Lange. Abdülhamid tarafından Ertuğrul yatının orkestra şefliğine atanınca “Bey” unvanına hak kazanmış. Ömrünün çok büyük bölümünü İstanbul’da geçirmiş ve 1919 yılında ölünce Feriköy Protestan Mezarlığı’na defnedilmiş.
16 Mayıs 1886’da kendi şefliğinde çalan orkestranın dinleyicileri arasında Çaykovski’nin de bulunduğunu bilse Lange Bey ne düşünürdü acaba?
Tünel kazılırken çıkan topraklardan Tepebaşı Tiyatrosu’nun da üzerine inşa edileceği bir bahçe ortaya çıkaran; sarayda öğretmenlik de yapan Alman bir müzisyenin yönetimindeki senfoni orkestrasına bu bahçede konserler verdirebilen bir kent yönetimi; Çaykovski, Beethoven ve Lange Bey’i bir konserde buluşturmayı başarabilmiş bir Osmanlı başkenti... Atmosfer bu, yıl 1886, tarih 16 Mayıs.
Bu konuda biz ne düşünmeliyiz acaba?  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024
Toplumsal çürüme 21 Ekim 2024

Günün Köşe Yazıları