Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Kayyumlu rejim...
“Kayyım” veya “kayyum” sözcüklerini, ben ilk, 1949 yılında, siyasal bilgiler fakültesinin birinci sınıfında işittim. Bize orada, iktisat ve diplomasiyle birlikte, hukuk dersleri de okuturlardı.
Konunun ilk sorunu, sözcüğün nasıl yazılıp okunacağıydı. “Kayyım” mı diyecektik, “kayyum” mu?
Öğrendiğime göre, ikisi de kullanılabilirdi. Ama eski Osmanlı dilinde, ikisinin anlamı farklıydı. Bugün, eski bilgilerimi lügatlara bakarak tazeledim. Hangisi kullanılırsa kullanılsın, ikisinin karşılığı olan anlamlar da iki çeşitti:
1- Biri şuydu: Cami ve mescitlerdeki temizlik görevlilerinin adı.
2- Öteki, vakıf sahiplerinin geçici olarak kendileri yerine vekil olarak belirledikleri kişinin sıfatı. Bu, zaman içinde gelişmiş, ekonomik ve siyasal kuruluşların da yönetimlerinin, sahiplerinin güvendikleri kişilere geçici olarak, teslim edilmelerinin yolu olmuştu. Hukuki esaslara bağlanmıştı.
Kuruluş sahiplerinin mirasçıları arasında anlaşmazlık çıkması gibi sorunların mahkeme yoluyla çözülmesi için kurallar konmuştu.
Kuralların esası ise şuydu: Hangi şekilde olursa olsun “kayyım veya kayyum” tayin edilen kuruluşların, daha önceki hedeflerinin gereğinin yerine getirilmesi yolundan şaşmamaları ve her alandaki karar ve uygulamalarında, o mülk veya kuruluşun çıkarlarının korunmasında çok dikkatli olmaları.
Bu, eski Osmanlı’daki durum. Cumhuriyet döneminde o alandaki yasalar karar ve uygulamalar gelişti. Ama işin esası değişmedi. Daha sonrasına bakalım: Türkiye Cumhuriyeti’nin kanunlarından sonrasına...
***
“Kayyım-kayyum” konusuyla, benim doğrudan doğruya karşılaşmam, 1980 yılında oldu. 12 Eylül darbesinden hemen sonra. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ile kuvvet komutanlarının başlattığı askeri yönetim zamanında.
Askeri yönetimin ilk hedeflerinden biri, tüm ülkede siyaseti yasaklamak ve Meclis’le birlikte mevcut siyasal partileri de kapatmaktı. Ben o sırada, CHP’nin genel sekreter yardımcılarından biriydim.
Daha 12 Eylül sabahında, o zaman genel başkanımız Bülent Ecevit ile -o sıradaki azınlık hükümetinin başında olan- Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel evlerinden alınmıştı. İki partinin de genel merkez binasına ve yerel örgütlerine el konmuştu.
Ecevit ve Demirel, Hamzaköy adındaki bir yöreye götürülüp -o günlerdeki deyimiyle- “koruma altına” alınmışlardı. Alparslan Türkeş’in başkanlığındaki MHP ile Necmettin Erbakan’ın başkanlığındaki Milli Selamet Partisi (MSP) de gene askeri bir mevkide, “koruma” altındaydılar. Partilerinin diğer milletvekillerinin bir kısmı da Ankara’da Dil Okulu diye anılan bir binada aynı durumdaydılar. Genel başkanlar gibi bir kısım milletvekili siyasal yasaklıydık ama, biz parti genel merkez kurullarının yöneticileri, askeri yönetimce, partilerin teslim alınması işlemlerinin tanığı olmamızı bizlerden istiyorlardı. Ayrıca biz, bazı iddialarla açılmış soruşturmalarda askeri savcılara ifade verecektik.
Bu koşullar altında, Ankara’da bir arkadaşımızın evini toplantı yeri haline getirdik. “Koruma” altındaki Ecevit yerine, başkanlığımızı fiilen üstlenen genel sekreterimiz Mustafa Üstündağ’ın yönetiminde, orada toplanıp sorgulara hazırlanıyorduk.
İşte o sırada o “kayyım-kayyum” konusu ortaya çıktı. Askeri yönetimin, fiilen kapattığı partilerin resmen de kapatılmasını hedeflediği belliydi. O geçiş sürecinde yapılması gereken işler için bizim varlığımıza ihtiyacı vardı. O işlerden biri de partiye bir kayyum tayin edilmesiydi. O konuda bizim görüşümüzü almak istiyorlardı Partinin varlığı açısından, faaliyetini o zamana kadar sürdürenler biz olduğumuza göre, o geçiş işlemleri sırasında, ortaya çıkabilecek soruları bize de soracaklardı.
Ve sordular, görevlendirmeye karar verecekleri “kayyım-kayyum”lar kimler olmalı diye.
***
Bundan sonrası bu yazıya sığmaz. Daha sonraki yazılarda o süreci de anlatmak isterim. Ama özeti şu: “Kayyım-kayyum” konusundaki fikirlerini bazı arkadaşlarımıza, gayri resmi bir anket yapıyormuş gibi sordular. “Kimler münasiptir?” diye. Ve o “gayri resmi anket”in sonucunu uyguladılar. “Kayyım-kayyum” heyetinin başına önceki valilerden Cezmi Kartay’ı getirdiler. Ve böylece, bir darbe süreci içinde de o konuda kanunların gerektirdiği kurala uygun bir metot uygulamış oldular. Kartay, o görevde “kayyım-kayyum” olduğu kuruluşun hedeflerinin korunmasında gerçekten çok dikkatli davrandı. Ve partinin yeniden açılmasının uzun bir zaman almasına rağmen, varlığını fiilen sürdürmesinde de çok faydalı oldu.
Daha sonrası, daha da ilginçtir. Onu da bir başka yazıda anlatmak isterim. Tabii bu dönemde karşılaştığımız olaylara da değinerek.
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Asgari ücret ve emekli maaşı hakkında önemli iddia!
- Asgari ücret kaç TL olmalı?
- Yarısı mesleği bırakmayı düşünüyor!
- Asgari ücret artarsa verimlilik artar
- Yankı Bağcıoğlu'ndan Suriye uyarısı:
- CHP'li Günaydın'dan Bakan Tekin'e tepki!
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
En Çok Okunan Haberler
- Türkiye'nin en ünlü tekstil devi kapandı
- SMA'lı bebeğin babası intihar etti!
- Muğla'da helikopter kazası: 4 kişi öldü!
- Soğuk havada TIR kuyruğu 30 kilometreyi geçti
- 'Su sorununu çözmek, DSİ'nin görevi değil'
- Öğrencisinin Suriye'de Bakan olduğunu öğrendi
- 'Ev hapsi' kararının ardından ilk kez konuştu
- Evini kiraya verecekler için geri sayım
- İstanbul Barosu hakkında soruşturma!
- 190 milyon dolarlık dev rövanşta kazanan belli oldu!