Zafer Arapkirli

Boru değil

07 Şubat 2020 Cuma

Kabul edin artık.

Bunu, en yakınınızdakilerin bile artık kulaklarınıza fısıldamaya hazırlandığını ama “o cesareti” henüz bulamadıklarını görür gibisiniz. Biraz kafası çalışan insan anlar artık bunu. Öyle bir aşamaya geldi işler.

Her gün, “pembe tablolar” çizmekten, “pembiş senfoniler” bestelemekten yorulan yandaş - yalaka - yalancı - yılışık hizmetkâr tayfasının artık kendilerinin bile inanmadıkları şeyleri, sabahları baktığınız banyodaki aynanızın üzerine yapıştırmaktan bıktıklarını bilin artık.

Suriye’den Libya’ya, Elazığ’dan Van’a, İMH’den (İstanbul Mecburi Havalimanı) Kanal İstanbul komikliğine kadar her konuda, özellikle de “ ‘Merkez’e hükmedersem faizi indirir, ekonomiyi de şak diye düzeltirim” hayaline kadar her konuda duvara tosladı siyasetiniz.

Devlet yönetmenin, çeperini “sağlam alkışçılarla” tahkim ettiğiniz bir Parti Devlet oluşturup, bir de kayıtsız koşulsuz yalakalık yapan “emir eri medya” yaratmaktan ibaret olmadığını da anlamaya başlasanız iyi olur. Hele hele, en küçük bir muhalif sesi bastırmak için “@Abdürrezzak492398436” kod isimli tespihböceği kılıklı trolleri saldırtarak hoşnutsuzluğun bertaraf edilemeyeceğini de gördüğünüzden eminiz.

Devletin anahtarlarını teslim ettiğiniz Cumhuriyet düşmanı Fethullahçı Çete’nin yediği haltların, binlerce - on binlerce hayatın sönmesine neden olduğunu ama daha da önemlisi, “Atatürk Cumhuriyeti’ni Bitirme Planı” olduğunu anlamayan kalmadı.

Göstermelik davalarla her sektörde (çaycıdan kebapçıya, öğretmenden kapıcıya, askerden polise) “temizlik” yaptığınız yalanını da kimse yemediği gibi, siyasi ayağın ortaya çıkması olasılığı ödünüzü patlatıyor. Artık kimseden saklayamazsınız.

26’ncı Genelkurmay Başkanı E. Orgeneral İlker Başbuğ’un, adeta bir “habis sivilceyi patlatırcasına” yaptığı en son açıklama da göstermiştir ki “Siyasi ayak” iyice işkillenmiş ve “Boru - moru” muhabbeti ile Sayın Başbuğ susturulmak istenmektedir.

O dönem yaptığı malum “Borulu basın toplantısı” (29 Nisan 2009), kumpasçıları, Taraf - Zaman - Bugün vb. alçak tetikçileri ve Cumhuriyet düşmanı iblisleri nasıl rahatsız ettiyse, bugün de o “rahatsızlığın hortladığı” görülmektedir. 2009 - 2020 arasındaki bakış farkının, 2020 Pennsylvania - Ankara arasındaki bakış farkının ibret verici biçimde “sıfırlandığını” gösteren emareler ortadadır.

Haydi, daha açık yazayım:

FETÖ ölmemiş, dipdiri ayaktadır. Direnmektedir.

Kumpas mağduru bir eski Genelkurmay başkanı (yine - yeniden) “boru”yu gösterdiği anda, karşısında bir “Takkeli - Terli atletli” cephe bulmuştur.

O zaman şu soruyu tekrar tekrar sormaktan usanmayanlar bir kez daha haklı çıkmaktadır?

“15 Temmuz niye yaşanmış? Onca insanın canı niye yitirilmiştir? Bundan hiç mi ders alınmamıştır?”

Madem “FETÖ’ye ve en can alıcı unsuru olan siyasi ayağına” asla ve kat’a dokunulmayacaktır, “boru”yu gösterince hep bir ağızdan “Dokundurmayız!..” nidaları yükselecektir; onca hayat neden yitirilmiştir?

Günah değil mi?

Bak, o insanlar için topladığınızı söylediğiniz 309 milyonun hesabını bile burada sormuyorum daha.

Boru değil bu işler.

Siyaset ciddi iştir. Hele ki insan canı, en önemlisi de bir ülkenin, bir Cumhuriyetin canı söz konusu olunca.

Felaketlerden ders çıkarmak

Deprem, sel, yangın, heyelan, maden patlaması, ulaşım felaketi…

Bunların hepsinin vukuunda yapılacak en akıllı iş, “an”a odaklanmaktan ziyade, “öncesine ve sonrasına” kafa yormaktır.

Aklın ve bilimin emri budur.

Anlık yoğunlaşma da, tabii ki önemli. Zararın, kayıpların azaltılması, canların kurtarılması ve benzeri faaliyeti kastediyorum.

Ama aslolan, durumun nedenlerini ve “tekrarını önlemenin yollarını” tartışmak, araştırmak ve “geleceğe hazırlanmak” olmalıdır. Hele ki tekrarlanacağı kesin ise. Bu “kesin olma durumu”nun en somut örneği de ülkemizin en can alıcı gerçeği olan deprem olgusudur.

Olaya böyle bakmaya başladığımızda ise mesele sanıldığından çok daha basitleşmektedir.

Çare bellidir: İşi şansa bırakmamak.

Reçete de bellidir: Depremde kayıpların yegâne sebebi olan çürük yapılardan bir an önce kurtulmak. Bunu yaptığımız zaman, gereksiz saatlerimizi ve sayfalarımızı ayırdığımız “Yaşam üçgeni mi hayatta kalmamızı sağlar? Çök - Kıvrıl - Tutun yöntemi mi en doğrusudur?” tartışmalarına bile gerek kalmayacaktır.

Bilimin emrettiği tek bir doğru var. O da önlem almak ve tahminlerimizin, hazırlıklarımızın ötesinde bir şeyle karşılaştığımızda da bununla baş edebilecek insan malzemesi, yani yetişmiş arama - kurtarma elemanı, acil tıp elemanı (paramedic) vs. ile teçhizata sahip olmak. Kimi zaman, bir tek eğitimli insanın bile düzinelerle hayat kurtarabildiği gerçeğini unutmayalım. Misal: Uçaklarda teröre, korsanlığa karşı nasıl ki silahlı ajan (filmlere özenip) bulundurmanın yollarını arıyorsak, acil inişlerde de birden fazla kişinin imdadına koşabilecek düzeyde ilkyardım ve tıbbi müdahale eğitimli kabin görevlileri bulundurmak gerekmez mi!

Sokaklarda, elinde otomatik silahlarla ve bellerinde kelepçelerle dolaşacak eğitimsiz ve sağa sola “çıkar bakalım kimliğini” deme eğitimi almış binlerce bekçi yerine, mesela motosikletlerle rutin devriye atacak, acil durumda imdada koşacak “paramedic”ler dolaşıyor olması çağdaş bir toplumu daha yakışan bir manzara olmaz mı?

Bu ülkenin vergilerini ve kötü yönetim nedeniyle giderek kıtlaşan kaynaklarını doğru harcayarak, öncelikleri doğru belirleyerek can kurtarmak daha doğru bir yönetim anlayışı değil midir?

İnsandan daha önemli bir kaynağı ve zenginliği var mı bu ülkenin, korumamız gereken?



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Mektep... 29 Aralık 2021
Yandaşlık zor zenaat 24 Aralık 2021

Günün Köşe Yazıları