Utku Çakırözer
Utku Çakırözer ucakirozer@cumhuriyet.com.tr Son Yazısı / Tüm Yazıları

'Rolümüz artık bitti'

27 Ekim 2012 Cumartesi

AKP hükümetlerinin ilk döneminde Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığı görevi yürüten emekli Büyükelçi Ali Tuygan, Cumhuriyet’e, dış politika ve Suriye konusundaki son gelişmeleri değerlendirdi. Tuygan’ın sorularımıza verdiği yanıtlardan dış politikaya ilişkin görüşlerinin satır başları şunlar:

AB ve komşularla ilişkiler geriledi: Türk dış politikası sütunlar üzerine bina edilmiştir. Bunların başında Batı ile ilişkiler gelir. Bunun iki ayağı vardır: AB ve ABD. Üçüncü sütun çevremizle ilişkilerimizdir. Burada komşularımız ve Rusya’nın ayrı bir konumu vardır. Çin, Hindistan gibi büyük ülkelerle ve yükselen güçlerle münasebetlerimizi geliştirerek mevcutlara yeni sütunlar eklemek çabasındayız. Bu sütunların her birinin güçlü olması Türk dış politikasının başarısı için elzemdir. Bugünkü tabloya baktığımızda; ABD ile ilişkiler bazı iniş-çıkışlara rağmen sağlam görünüyor. AB ile duraklama hatta gerileme içindeyiz. Komşularla ilişkilerde vahim bir gerileme söz konusu. İran’la ilişkilerimiz hep inişli-çıkışlıdır. Irak ile münasebetlerimiz çok iyiydi, şimdi Irak’ın içişlerine karışmakla itham ediliyoruz. Suriye ile tablo ortada. Ermenistan ile istenilen açılım sağlanamadı. İsrail’le ilişkilerimiz dibe vurmuş ve Ortadoğu barış sürecindeki rolümüz bitmiş durumda.

Söylem sert, netice yok: AKP’nin ilk döneminde Türkiye’nin birinci derecede ilgilendiği husus AB müzakereleriydi ve bunda önemli adımlar atıldı. Irak öncelikliydi. Kıbrıs vardı. Komşularla ilişkiler ise iyiydi, çevremize istikrar yansıtıyorduk. Şimdi daha iddialı söylemler var. Üslup eskisinden daha sert. Ama netice alıcı gelişmelere tanık olamıyoruz. AB sürecinden uzaklaştık. Bölgenin karmaşasına, çatışmacı politikalarına fazlaca dahil olduk. Türkiye’nin hem Avrupa’ya, hem Balkanlar’a, hem Kafkasya’ya hem de Ortadoğu’ya ait olduğu söylenir. Şu anda sonuncusu yani Ortadoğu ön plana çıkmış durumda.

• Sıfır sorun gerçekçi değil: Komşularla ilişkiler tamamen sorunsuz olsun demek biraz idealist biraz da iddialı bir yaklaşımı yansıtır ama hayatın gerçekleriyle uyuşmaz. Dünyadaki sorunların büyük kısmı komşular arasında. Bunları ortadan kaldırmak için iyi niyetle çaba göstermek doğrudur. Fakat hiçbir sorun kalmayacak demek bir slogan olarak kulağa hoş gelse de realist değildir.

Arabuluculuğu zorlasak kayıplar azalabilirdi: Komşunuzdaki yangın sizin için de tehlikedir. Dolayısıyla Türkiye’nin çabası daha çok yangının söndürülmesine dönük olmalıydı. Bununla kastettiğim kesinlikle rejime destek verilmesi değil. Esad yönetimi elbette eleştirilecekti. Fakat hem yönetimle hem de muhalefetle iyi ilişkileri olan bir ülke olarak başka yerlerde soyunduğumuz arabuluculuk görevini asıl burada zorlayacaktık. Kendi başımıza netice alamayabilirdik ama çabamız başkalarının gayretleriyle birleştiğinde bir anlam ifade edebilirdi. Can kaybının azaltılmasına katkı yapabilirdi. Rusya, Çin ve Batı’nın çabalarının uzlaştırılmasına katkı sağlayabilirdi. Suriye’deki şiddete karşı çıkmak, Esad’ı suçlamak anlaşılabilir şeyler. Fakat neticede bizim her şeyden evvel çıkarlarımızı ön plana çıkarmamız gerekirdi. En radikal biçimde olmasa da rejimi eleştirirken arabuluculuk çabalarında ısrarcı olabilirdik. Diplomaside ‘artık bitti’ notasına kolay gelinmez. Hele sorun yanı başınızdaysa çabalarınız daha uzun soluklu olmak zorundadır.

 

Öngörü tutmadı

Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da olduğu gibi Esad’ın da kısa sürede iktidarı kaybedeceğini düşündük ve bu öngörümüz tutmadı. Suriye krizi başladıktan sonra çok sayıda Arap Birliği toplantısına katıldık. Sesimiz çok gür çıktı. Bence bunu da yapmayabilirdik. Arap ülke ve halkları kendi sorunlarını aralarında halletmeyi tercih eder. Dolayısıyla Türkiye’nin bu soruna fazlaca taraf olmasının uzun vadede Arap ülkelerince ve Arap halklarınca çok iyi algılanmaması da olasıdır.

İşin bir de muhalefet tarafı var: Esad reformları gerçekleştirmede çok geç ve yetersiz kaldı. Arap Baharı başladı ve Suriye’ye de yayıldı. Neticede devlet güçleri şiddet kullanmaya başladı ve hızlı bir tırmanmayla iş çığrından çıktı. Tabiatıyla işin bir de rejim karşıtları yönü bulunduğunu da unutmamak gerekir. Suriyeli muhalifler diğer ülkelerde liderlerin devrildiğini görünce uzlaşıya yanaşmadı.

Kimden geldiği tespit edilemez: Akçakale’de yaşanan karşılıklı top atışları arzu edilmez. Ancak unutmayalım, Suriye’de iç savaş var. Topraklarımıza düşen mermilerin öncelikle bu çatışmanın arzulanmayan yan etkisi olarak değerlendirilmesi gerekir. Zaten bu mermilerin nereden geldiğini kesinlikle tespit imkânının olduğu da söylenemez. Komşudaki yangının sakıncalarından biri de budur. Ben, Esad yönetiminin, tüm yanlışlarına rağmen, Türkiye’den bir müdahaleyi tahrik etmek isteyebileceğini düşünemiyorum. Bu gibi gelişmeler karşısında siyaseten kararlı olmalıyız ancak itidali asla elden bırakmamalıyız. Dikkat etmemiz gereken bir başka nokta da Esad yönetimine karşı izlediğimiz sert tutumun bizim başka ülkelerle ilişkilerimizde sıkıntı yaratmasına olanak vermemektir.

Politika değişikliği kaçınılmaz: Bu aşamada farklı bir tutuma yönelebilir miyiz? Bu bize prestij kaybettirmez mi? Kanımca diplomaside önemli olan, her deneyimden gerekli dersleri çıkarmak, özeleştiri yapabilmek, yanlışlar varsa bunları düzeltmenin yollarını aramaktır. Dayatmacılık yanlış, hataları düzeltmek ise bir erdemdir. Kanımca Suriye siyasetimizde bir değişiklik kaçınılmazdır ve bu er geç yapılacaktır. Öyle olması da gerekir. Şu aşamada yapılabilecek olan, nereden gelirse gelsin Suriye’de bir uzlaşı sağlamaya yönelik girişimlere destek vermek ve bunda içtenlikli olduğumuzun anlaşılmasını sağlayacak şekilde söylemimizi yumuşatmaktır.

Özeleştiri başladı: Görünüşe bakılırsa bu yönde bazı gelişmeler başlamış gibi. Kurban Bayramı’nda taraflar arasında ateşkesi teşvik etmemiz, üçlü süreçlere destek vermemiz köklü bir değişimin değilse bile bir özeleştirinin işaretleridir. Umarım bu gözlemimde yanılmıyorumdur. Kanımca Suriye siyasetimizin en büyük sakıncası, bizi Batılı değerlere yakın, demokrasi yolunda sıkıntıları olsa da belirli bir noktaya gelmiş, çevresinde istikrara önem veren, başkalarına esin kaynağı olabilecek bir ülke kimliğinden uzaklaştırması; çatışmacı, kısır Ortadoğu karmaşasının tarafı bir ülke görüntüsüne zorlamasıdır.

Sıkıntıyı arandık: Suriye konusunda biz de sıkıntıyı arandık. Sınırlarımız içinde yüz bini aşkın mülteci var. Cılız takdir beyanları dışında dünyadan elle tutulur destek yok. Başta daha farklı bir tutum izleseydik belki mülteci sorununun bugünkü boyutlarda oluşması engellenebilirdi. Suriye’de binlerce insan öldü. Sessiz kalmak belki zordu ama bizim yaptığımız gibi açık uçlu bir davet de ne kadar yararlıydı? Tartışılabilir. Ayrıca işin maddi boyutu var. Dış ticaretimize etkisi var. Kanımca “insani mülahazalar” kendi başına her şeyin üzerini örtecek bir örtü değildir.

 

İvme kaybı muhafazakârlaştırır

AB üyeliği en iyi model: Türkiye’nin bölgesine ve İslam dünyasına yapabileceği en büyük katkı, iç barışını sağlamış demokratik bir ülke olduğunu nihai biçimde kanıtlamaktır. Nihai kanıt AB üyeliğidir. O olmaz ise Kopenhag Kriterler’ini benimseyerek Ankara Kriterleri’ne dönüştürmektir. Biz bunu yaptığımızda zaten Türkiye’nin başka bir çaba içine girmesine gerek kalmayacaktır. Ancak bizim kendi içimizde huzurlu bir dönemde olduğumuzu söylemek zor. Siyasette diyalog kurmakta, uzlaşmakta zorluklarımız var. Kavgasız bir günümüz yok. Son zamanlarda bizde fazlaca kullanılan “ileri demokrasi” sözcüklerini bugüne kadar hiçbir demokratik ülkede duymadım.

AB sürecinde ivme kaybı muhafazakârlaştırır: AB sürecinin ivme kaybetmesi, Türkiye’nin muhafazakârlaşmasına yol açar. Bu, AB içindeki Türkiye karşıtlarının beklentisidir. AB sürecinin komaya girmesi hem Türkiye hem AB hem de küresel tablo açısından büyük bir kayıp olacaktır. Batılı ülkelerin tutumları bizde haklı tepki yarattı. Bunları ben de yaşadım. Ama ne olursa olsun, Türkiye’nin 2005-2006 yıllarındaki ulusal gündemi bugünkünden daha olumluydu. Çünkü AB süreci ve reformlar o dönemde ivme kazandı. Dolayısıyla bu süreci canlandırmak öncelikli hedefimiz olmalıdır. Burada kuşkusuz AB liderlerine düşen görevler de var. En başta, kültürler arası çatışmanın nedenlerini dar görüşlülükten sıyrılarak anlamaya çalışmaları ve bunun nasıl giderilebileceğine eğilmeleri geliyor.

Raporu çöpe atmakla sorun bitmiyor: Son AB ilerleme raporuna Türkiye’de yetkililerin gösterdiği tepkileri yadırgadım. AB’deki Türkiye karşıtlarının beklediği, istismara müsait tepkilerdir. Bir raporu beğenir veya beğenmezsiniz. Ama onu aşağılayarak veya yok varsayarak mevcut sorunlarınızı da ortadan kaldıracağınızı düşünürseniz yanılırsınız. Türk halkının AB’ye olan ilgisinde anlaşılabilir bir azalma var. Ancak bu bağlamda siyasetin kamuoylarını yönlendirici etkisini de hatırda bulundurmak gerekir.

Muhaliflere silah iddiası

Hükümet bunun doğru olmadığını söylüyor ancak uluslararası alanda farklı bir algı var. Batılı basın organlarında Türkiye’nin bunu yapmakta olduğu yolunda yazılar çıktı. Hükümetin söylemi o derece keskin ki, herkes bizim akla gelebilecek her olanağı kullanarak muhaliflere destek olduğumuzu düşünüyor. Özgür Suriye Ordusu’nun askeri karargâhının Hatay’da olduğunun açıklanması da buna katkıda bulundu. Neyse ki bu karargâh şimdi “kurtarılmış bölgeler”e taşınmış. Türk dış politikasının geleneksel ilkelerinden biri başkalarının iç işlerimize karışmasına izin vermemektir. Bunun doğal neticesi olarak Türkiye de başka ülkelerin içişlerine karışmamalıdır. Politikalarımızda açık bir deyişle tutarlılık olmalıdır.

• Mezhepçi izlenim yaratılmamalı:
Türkiye’nin dış siyasetine mezhepçi yaklaşımların egemen olabileceğini, böyle bir yanlışın yapılabileceğini düşünemiyorum fakat dışarıda, çok yaygın olmasa da bu yönde bir algılama var. Hükümet bunu reddediyor. Eğer tutumumuz öyle değilse o zaman bu izlenimi değiştirmek için daha fazla çaba göstermek gerekir. Adalet mekanizmaları söz götürür nitelikte olsa da ülkesinde idama mahkûm edilmiş Irak cumhurbaşkanı yardımcısına, kısa süre önce gazetenize konuşan Suriyeli Müslüman Kardeşler liderine Türkiye’de oturma izni ve statü verilmesi, Türkiye’nin mezhepçi politikalar izlediği algılamasını beslemektedir. Böyle bir izlenim verecek yaklaşımlardan uzak durmamız gerektiği kanısındayım.

Farklı aidiyet arayışı zarar verir

Dış politikada önemli olan bir ülkenin dünya görüşü ve temel aidiyet duygusudur. Din faktörü uluslararası politikada manevi bir yakınlık unsuru olabilir ama o kadar. Sağlam uluslararası ilişkilerin dinden öte faktörlere dayanması gerekir. Biz kendimizi, kültürel kimliğimizi korumakla birlikte, başta demokrasi olmak üzere Batı değerlerini benimsemiş bir ülke telakki ediyorsak, ki bana göre öyle olması lazım, o zaman politikalarımızın bu istikamette şekillendirilmesi gerekir. Batı ile ilişkilerimize bakıldığında başta NATO üyeliğimiz olmak üzere bazı aidiyet unsurları var. Ancak bunların ötesinde, AB’ye üyelik süreciyle de daha geniş bir zeminde kalıcı ve karşılıklı bir aidiyet duygusu yaratmak gerekir. Şimdi farklı aidiyet anlayışlarına yöneldiğimiz izlenimi verirsek Batı’dan uzaklaşmış oluruz. AB içinde bundan büyük memnuniyet duyacak liderler de çıkar. Onlara bu fırsatı vermemeliyiz.

40 yıllık deneyim


Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olan Ali Tuygan, 1967’de girdiği Dışişleri Bakanlığı’ndaki 40 yılı aşan kariyeri sırasında merkez görevlerinin yanı sıra Brüksel, Vaşington ve Bağdat’ta çeşitli diplomatik seviyelerde Türkiye’yi temsil etti. 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in özel kalem müdürlüğünü de yapan Tuygan, Kanada, Suudi Arabistan ve Yunanistan ile merkezi Paris’te bulunan UNESCO’da Türkiye büyükelçisi olarak görev yaptı. Abdullah Gül’ün dışişleri bakanlığı döneminde Aralık 2004 - Aralık 2006 arasında Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığı görevini üstlendi. Nisan 2009’da emekli olan Tuygan, birikim ve deneyimlerini “Gönüllü Diplomat - Dışişlerinde 40 yıl” isimli kitabında (Şenocak Yayınevi, 2012) topladı.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Büyü Bozuluyor 26 Ocak 2015

Günün Köşe Yazıları