Ümmetin firavunları

07 Haziran 2015 Pazar

Çok şükür bugün seçim yasağıyla birlikte siyasetin havasından çıkıyoruz. Ben de epeydir ihmal ettiğim televizyon yazılarıma döneyim artık! Döneyim de son iki haftadır hem yazı dizisi, hem de siyasi gündem üzerine kafa yorup kalem oynatmaktan doğru dürüst bir program da izlemedik. Acun’u da, Survivor’u da ne kadar özledim, anlatamam!..
Yine de önceki hafta tartışma programlarından yorulup kanalları tararken gözüm TRT’nin “Diriliş-Ertuğrul” dizisine takıldı. Orada “fantastik” bir sahne vardı. Ondan ilhamla bir şeyler çıkarmaya çalışalım; “ortaya karışık” nev’inden!..

***

Söz konusu sahnede 13’üncü yüzyılın ilk yarısında yaşamış büyük, çok büyük mutasavvıf, “Şeyh-i Ekber” denilen Muhyiddin İbn-i Arabi’yi, Ertuğrul Gazi’nin Kayı Obası’nda imam nikâhı kıyarken izledik!..
İslam tasavvufunda teosofik bir yaklaşımla “vahdet-i vücud” anlayışını uç noktaya taşımış Endülüs kökenli, ama yaşadığı dönemde İslam dünyasının pek çok bölgesine, bu arada Selçuklu Anadolu’suna da yolu düşmüş bu büyük sûfiyi biz dizide Osmanlı’ya evrilecek Kayı boyunun ahlaki-manevi bir “mütemmim cüz”ü olarak karşımızda buluyoruz.
Sorun yok, bulabiliriz; kurgunun hikmetinden sual olunmaz.
Fakat ben dizide obanın ortasında imam nikâhı kıyan İbn-i Arabi fantezisini izlerken onun kullandığı ve hafızamdan hiç çıkmayan bir sözü hatırladım. “Ümmetin firavunları” sözünü...

***

İbn-i Arabi, tasavvuf erbabı sevenlerinin gözünde ve gönlünde tabii ki “Şeyh-i Ekber”dir (“En büyük şeyh”).
Ama onun Hakk’a kişisel- kalbi yolculuğu “Allah’la vücut bulma”ya (“vahdet-i vücud”) kadar vardıran anlayışına karşı çıkan pek çok İslâm âlimi açısından da o “Şeyh-i Ekfer” (“Kâfirlerin şeyhi”) ilan edilmiştir.
O da karşısına İslam adına çıkıp kendisine haşince otorite taslayan bu âlimler için ağır konuşmaktan kaçınmamış, onlara “salih kişilerin deccalleri” demiş, daha da ileri giderek “ümmetin firavunları” atfında bulunmuştur.

***

Ben bu tabirin İbn-i Arabi’ye referansla kullanımına ilkin Mustafa Kara’nın değerli kitabı “Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi”nde (1990, s. 23) rastladım. O gün bugündür de aklımdan çıkmaz.
“Ümmetin firavunları” sadece ilmi-tasavvufi İslâm meselelerinde ve şeyhlerle ulema arasındaki çekişmelerde karşımıza çıkan bir kavram değildir. İslam tarihi çok erken zamanlardan itibaren “emir ül-müminin” olarak ortaya çıkıp zamanla “ümmetin firavunu”na dönüşen despotlarla da doludur.
Mesela “Arap kisrâsı” denilen ilk Emevi halifesi Muaviye böyleydi. (“Kisrâ”, Araplar tarafından Sasani kralları için kötü anlamda kullanılan bir tabir.) Zaten İslam tarihinin bu erken evresinde tasavvufun ortaya çıkışı da halk üzerinde “kisrâ”laşmış bir Müslüman yöneticinin dünyevi hırsları, arzuları, öfkesi ve hiddetinden kaçışın sonucudur. Alanın üstatlarından Abdülbaki Gölpınarlı’ya kulak verelim bu noktada:
“Aşırı zenginlik, yüksek ve müreffeh bir zümrenin türeyişi, Emevilerin daha ilk devrinde, Hz. Ömer’in dediği gibi Arap Kisrâsı olan Muaviye’nin kapıcılı, perdecili, hadımlı, tahtlı saray kuruşu, buna karşı duyulan içli ve derin nefret…, aynı zamanda iç kargaşalıkların verdiği bezinti, İslâm’da aşırı ve kaba zahitliğe [tasavvufa] yol açmıştı” (A. Gölpınarlı, “Yüz Soruda Tasavvuf”, 1985, s. 26).

***

İslam dünyası, Müslüman halkların tarihi, din adına ortaya çıkıp iktidar olmuş, zenginleştikçe zenginleşmiş, yolsuzluk ve fütursuzlukla sarmalanarak “kisrâ”laşmış, “ümmetin firavunluğu”na yol tutmuş niceleriyle doludur.
İslâm, iktidarla tanıştığında, ona alabildiğine bulaştığında sâlih Müslüman için çare hep Allah’a sûfiyane tevekkülle sığınmak olmuştur.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları