Türkiye hangi İran olmakta?

21 Mayıs 2017 Pazar

Birkaç gündür İran’da cumhurbaşkanlığı seçimi üzerine haber ve değerlendirmeleri okurken efkâr bastı içimi. Özellikle de Ceyda’nın (Karan) bu gazetede, tarihsel perspektifi de özlüce içeren güzel yazısı (“İran seçimleri bıçak sırtı”, 19 Mayıs 2017) tetikledi bunu.
1979’daki devrimden bu yana 38 yıl geçti. O dönem biz Türkiye’de “sağ-sol davası” diye basitleştirilen, ama aslında dünya ölçeğinde ABD ile SSCB arasında süren “Soğuk Savaş”ın sıcak zemini olmaktan kaynaklı ve günde 20 kişinin öldüğü bir alacakaranlıktaydık.
Aslında İslami devrim de aynı Soğuk Savaş’ın İran’daki sıcak zemininden bir “çıktı”dır.
Buna bağlı olarak İran İslam Devrimi’nin bize yansımasında bazı ilginç kafa karışıklıkları söz konusu olmuştur. Mesela o dönem bizim mahallede bir “devrimci” arkadaşın, “Yahu bu Humeyni iyi hoş ama çok da gerici birader” sözünü hiç unutmam!..
Ankara’nın bir mahallesinde devrimci mücadele veren sosyalist bir genci bu değerlendirmeye sevk eden, İran’daki devrimin “antiemperyalist” mahiyeti idi.
Devrim, açık bir şekilde Batı kapitalizminin Ortadoğu’daki hegemonyasına, üstelik onun kalesi addedilen bir ülkede, adeta bir “Müslüman İsrail” konumundaki Pehlevi İran’ında darbe indirmişti.
ABD belki komünist parti TUDEH’in İran’daki devrimci ayaklanmada giderek ön almasından ürkerek; belki bunun Sovyetler’den yana bir kazanım üretmesinden korkarak; belki de “ehveni şer” niyetine Humeyni’ye hayır dememişti, ama sonuç ortadaydı: Devrim sonrasının en gözde sloganı, “Merg Ber Amerika” (Amerika’ya ölüm) idi.
İran’daki devrimle İslamcılık, dünya tarihinde gerçek anlamda hayata geçti. Kapitalizm ve sosyalizm karşısında, her ikisine de olumsuz bakan bir “3. Yol” olarak... Ve bu iki sisteme uyarlı, özellikle de ABD-yanlısı monarşilerle yönetilen İslam ülkelerine karşı da bir kitlesel mobilizasyona öncülük ederek...
Elbette İslami devrim, Şah’a ve Amerika’ya karşı muazzam kitlesel ayaklanmada kendisiyle paydaş olan solcuları da sonrasında (liberallerle, ulusalcılarla birlikte) acımasızca, gaddarca, vicdansızca ezdi ve eritti İran’da. O yüzden Ceyda’nın yazısında belirttiği gibi bugün ülkede siyasi mücadele dış dünyayla diyalog ve yakınlaşmadan yana “post-İslamist” ılımlı/reformcu kanat ile hâlâ dışa kapalı ve kuşkucu İslamcı radikal/ muhafazakârlar arasında seyrediyor.

***

Türkiye’de İran devrimine ilk tepki sol bünyede yukarıda da örneklediğim üzere biraz ikircikli olmuştur ama bu kısa sürdü. Özellikle de 12 Eylül 1980 darbesi sonrası süreçte bambaşka bir algı öne çıktı.
Darbecilerin solu ezerken belirebilecek bir kitlesel mukavemet kaygısıyla “dalgakıran” niyetine İslami söylem ve pratiğe prim vermesiyle, “Türk-İslam Sentezi” resmi-ideolojisi eşliğinde 1980’lerin sonuna doğru “Türkiye İran mı oluyor” sorusu sorulmaya başladı. Ya da bu soruya karşılık olarak “Türkiye İran olmayacak” şeklinde yükselen bir toplumsal hassasiyet belirdi.
Şimdi bu hassasiyet, 15 yıllık AKP dinbazlığı ile titreşim içinde bol bol güncellenmekte. Hatta 1980-90’larda o korkulanın başa geldiği, Türkiye’nin artık İran olduğu dahi ileri sürülebiliyor.
Hâlbuki karşılaştırma, her iki ülkenin son yüz yıllık modernleşme serüvenlerinde ortaya çıkan benzerlik ve farklılıklarının beklenmedik bir çapraşıklık içinde olduğunu düşündürüyor bana...
Mesela doğrudur, devrik Şah’ın babası Rıza Şah Pehlevi İran’da 1925’te başa geçtiğinde Atatürk’ü modernleşme ve laiklik konusunda örnek almıştır. Ama Atatürk saltanatı yıkmışken o, İran’da saltanatı kendi uhdesinde daha da ihya etme yoluna gitmiştir.
Yani Rıza Şah bir “monark”, Atatürk ise anti- monarşisttir.
Diğer taraftan Humeyni anti-laik ve antimodernisttir, ama Atatürk gibi o da anti-emperyalisttir.
O, “Kahrolsun Amerika” şiarına yaslanarak sürdürdüğü iktidarı boyunca on küsur yıl hiç şaşmaksızın emperyalizme ve İsrail’e karşı İslam dünyasına mücadele çağrısında bulundu.
Halbuki bugün bu memlekette bize Humeyni İran’ını korkuyla çağrıştıran siyasi irade nasıl iktidara geldi, hatırlayın: “Yaşasın Amerika” diyerek!.. Yaşasın kapitalizm, yaşasın liberalizm diyerek...
“Emperyalist” Batı ile de, İsrail’le de ilişkisi yıllar içerisinde tamamen konjonktürel ve pragmatik, yani ilkesiz seyrederek...

***

Ayrıca devrik Şah’ın 1950’lerde ulusalcı başbakan Muhammed Musaddık (ki o belki Atatürk’e benzetilmeyi daha çok hak eder!) karşısında önce ülkeden kaçıp sonra CIA darbesiyle Musaddık devrilince döndüğü İran’ı “Saray Diktatörlüğü” denilen bir baskı rejimine çıkardığını da biliyoruz.
Peki, “modern” ve (tabii ne kadar denilebilirse!) “laik” Şah’ın “Saray Diktatörlüğü” size bizim memlekette Atatürk pratiğini mi çağrıştırıyor, yoksa halihazırda aşina olduğumuz bir başka pratiği mi?..
O yüzden Türkiye, İran’a benziyor mu, benzemiyor mu veya Türkiye, İran oluyor mu, olmuyor mu diye değil...
Hangi Türkiye hangi İran’a ne kadar benziyor veya şimdiki Türkiye, Pehlevi İran’ını mı, yoksa Humeyni İran’ını mı daha çok andırıyor diye sormak ve üzerinde düşünmek lazım!..  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları