Okumaktan vazgeçmek, kendinden vazgeçmektir!

06 Kasım 2017 Pazartesi

George Orwell’in “Aspidistra” adlı romanından ilginç bir ayrıntı hiç aklımdan çıkmaz.

Romanın kahramanı, paradan nefret eden ve şair olmak isteyen ama bunda da bir türlü istediği noktaya gelemeyen Gordon, bir kitapçı dükkânında çalışmaktadır. Bu, bizim bildiğimiz anlamda insanlara sadece kitap satılan değil, aynı zamanda günü birlik ya da haftalık kitap “kiralanan” da bir dükkândır.

Elbette kiralanan kitaplar öyle kuramsal, sanatsal, akademik türden eserler değildir; daha çok dönemin çok satan aşk, cinayet, polisiye romanlarıdır bunlar…

Yine de fark ederiz ki 1930’lar Londra’sında okuma alışkanlığının toplumda belirgin bir yeri vardır. Kitap, sıradan insanın gündelik hayat akışında bile öne çıkmış bir kaynaktır.

Tıpkı bugünkü hayatın içinde “ekran”ın olduğu gibi!..

***

Türkiye, Orwell’in “Aspidistra”sında yansıdığına benzer bir gündelik hayat tecrübesinden geçmedi hiç…

Bizim, bir dönem film tutkumuzu karşılama yolunda video-kaset, vcd, dvd kiralamak için kapısından girdiğimiz dükkânlar oldu. Ama kütüphanelerden ödünç kitap alma dışında (elbette bu da çok yaygın olmayan çerçevede) kitlesel ilgiye açık kiralık kitap dükkânları gördüğümüz bir dönem yoktur.

Çünkü Türkiye’nin yazılı kültür evresi, Batı’da olduğu gibi yüzyıllara yayılan bir tarihsel yelpazeye sahip değildir.

“Okumanın kitleselleşmesi” demek olan matbaa, neredeyse 350 yıl geç girer bu topraklara ve girse de kitleselleşmesi söz konusu olmaz. Cumhuriyet’in başında hâlâ yüzde 10 civarında okur-yazar nüfus vardır ve önce bu oranı Batı’da olduğu gibi yukarılara çekmek gerekmiştir.

(17’nci yüzyılın ikinci yarısında Amerika’da kolonilerden Massachussets ve Connecticut’da ise erkeklerin yüzde 90, kadınlarınsa yüzde 60 oranında okuma-yazma bildikleri kuvvetle tahmin edilmektedir.)

***

Ayrıca kaydetmek gerekir ki yazılı kültür sadece okur-yazar olmak demek de değildir. Yazılı kültür, okumadan duramamak demektir ve Orwell’in romanında karşımıza çıkan tablo biraz da bunu aksettirir.

Sözlü folk kültürden görsel kitle kültürüne “sıçramış” Türkiye’de yazılı kültür, olsa olsa 1960-80 arasında toplumsal bakımdan belirgin bir etkinlik kazandı. Dönem, iktisadi sınıf bilincinin yükselişi; buna bağlı olarak politik-ideolojik hareketliliğin ateşlice öne çıkışı; kültürel, sanatsal, edebi arayışların, hem de henüz endüstriyelleşmemiş mahiyette, tamamen insani-toplumsal itkiyle artışı ile ayırt edilir.

Kitap, hayatımıza damga vurduysa en çok bu dönemde vurdu.

Ama elbette aynı nedenle kitabın iktidar sahipleri açısından en büyük tehlike de addedildiği dönemdir bu. Kitapların yasaklandığı, suç delili sayıldığı, aramalarda saklandığı, hatta yakıldığı bir dönem…

***

İşte kitabın kimileri için nimet, kimileri içinse “lânet” sayıldığı, ama her ne olursa olsun hayatın içinde öne çıktığı bu kısa dönemin ülkeye bir “hediyesi” de kitap fuarlarıdır.

Bunlar arasında en geniş etki ve ilgiye açık olan da 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, kitapların ha bire yasaklandığı ve yakıldığı günlerde bir “yayıncı dayanışması” çabasıyla ortaya çıkan TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı…

Bu yıl 36’ncısı, iki gün önce açıldı.

Büyük heyecanla oradaydık! Ekransız değil, asıl kitapsız bir dünyanın renksiz, sessiz, hareketsiz ve albenisiz olduğuna inanan kitap tutkunları olarak!..

***

Hepi topu birkaç on yıla sıkışmış yazılı kültür evresi olduğunu söylediğimiz Türkiye’de 35 yılı aşkın kökleşmiş bir kitap fuarı elbette sevinilesidir.

Üstelik başlangıçta sadece 28 yayınevinin bir araya gelmesiyle şekillenmiş Fuar, bu yıl 850 yayınevinin katılımıyla gerçekleşiyor. Yine başlangıçta Taksim’de bir otelin zemin katında 750 metrekarelik alanda düzenlenirken şimdi 40 bin metrekarelik devasa bir alanda yüzbinlerce ziyaretçi-okura hitap ediyor.

Bu verileri hiçe saymak olmaz. Ama bu verilerin büyüsüne kapılmak da olmaz.

Günün 3 saatini cep telefonuyla, 2 saatten fazlasını televizyonla geçirirken sadece “1 dakika” kitap okumaya ayıran bir toplum olduğumuz kaydedildi geçenlerde.

Kitabın yerini ekranın böylesine “mütehakkim” şekilde alması, düşünce merkezli bir hayatın hızla seyir merkezli bir hayata dönüştüğünü işaret ediyor. Ama düşünceden vazgeçmek de insanlıktan vazgeçmekle eşdeğer bir durum çıkarıyor karşımıza.

Kitap fuarının, fuarlarının herhalde bugünün görsel kültür Türkiye’sindeki en hayati işlevi de bu noktada belirginleşmektedir:

Bize, “Düşünceden, dolayısıyla kendinden vazgeçme ey insan” uyarısında bulunmak olarak!..



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları