Nüfus, kanser, kıyamet

28 Aralık 2016 Çarşamba

Geçen hafta Milano’da yapılan 7. Uluslararası Gıda ve Beslenme Forumu’nda dünya nüfusunun 2050’de 10 milyara ulaşacağı ve gıda üretiminin bu nüfusa yetmeyeceği vurgulandı. Önlem alınmazsa 30 yıl sonra her bir dakika içinde ekilebilir arazinin 27 hektarını da kaybetmeye başlayacağız. 2 milyar insan su kıtlığı yaşayacak ve birçok ülkede de “su stresi” hissedilecek. İklim değişikliği gibi çevresel faktörler de eklendiğinde kıtlık, yoksulluk ve açlık kapıları çalacak.
Bu, yıllardır yaza yaza bitiremediğimiz, insan denen canlının doğa denen organizmanın “kanser hücresi”ne dönüştüğü iddiasını bir kez daha dillendirme yolunda iyi bir fırsat!..
“Paleodemografi” (Taş Devri nüfusu) üzerine çalışanlar, tarımsal faaliyete geçişin eşiği olan 10 bin yıl öncesinde insan nüfusunun 5 milyon civarında olduğu tahmininde bulunuyor. Eğer çiftçilik ve hayvancılığa geçilmeseydi yaşamını avcılık- toplayıcılıkla sürdüren insana doğanın “nüfus” olarak vereceği izin taş çatlasa 10 milyon olabilecekti.
Tarımsal yaşam biçiminin sürdürüldüğü binlerce yıl boyunca nüfus 100 kat arttı ve Endüstri Devrimi başında, 1750’lerde 500 milyon olarak tespit edildi. Bu tekno-ekonomik dönüşümün ardından 150 yılda üçe katlayıp 20’nci yüzyıl başında 1.5 milyar oldu insan nüfusu.
Oradan da yaklaşık 100 yıl içinde bugünlere 7 milyarı aşarak geldi ve işte 2050’lerde de 10 milyara dayanacağı söyleniyor.
Dünyada doğanın kendisine koyduğu nüfus sınırını bu derece aşıp hâlâ varlık sürdürebilen başka canlı var mı, bilmiyorum.
Ama organizmalarda böyle “canlı”ların olduğunu biliyorum.
Kanser hücresini düşünün! Onun, bulunduğu yerden, düzensiz şekilde ve haddinden fazla üreme sonucu organizmanın başka bölgelerine nasıl yayıldığını, sıçradığını, “metastas” yaptığını... Yerleştiği yeni bölgelerde doku ve organların işleyişini bozup onların çalışmasını nasıl engellediğini...
Ve ne yapsanız kanserin ilerleyişini durduramadığınızı...
İşte Taş Devri’nden bugüne insanın doğa karşısındaki konumu da bu: İlk ortaya çıktığımız Doğu Afrika’nın savanlık alanlarından zamanla her yere yayılmış, yeryüzünün bütün “doku”larına nüfuz etmiş haldeyiz. Dağ-bayır, dere-tepe, gölçöl, vadi-orman, kutup-okyanus, denizlerin altı, gökyüzü, hatta uzay boşluğuna kadar her yerde insan var.
Korkunç bir teknolojik kapasite eşliğinde doymak bilmez bir iktidar hırsıyla yapmadığımız yok, ama ne yapıyorsak da doğadan alarak, çalarak, kopararak yapıyoruz. Soyu tükenen canlı türleri, kirlenen hava, su ve toprak, budanan ormanlar, delik-deşik edilen dağlar, eriyen buzullar, delinen ozon tabakası, artan sıcaklık ve küresel iklim değişimi pahasına...
İnsan, yeryüzünün “kanser hücresi” ve tabii ki yok oluşa sürüklediği “organizma” ile birlikte kendisi de yok olma stresi yaşıyor. Milano’daki forumda işaret edilenlerin özünde bu var.
Nüfus artışı insanlık tarihinde her daim en büyük sorundu ve nüfus hep kıtlıklarla, salgınlarla, savaşlarla, yani kırımlarla dengelendi.
Şimdi de öyle. Suriye krizinin dibini kazıyın, iç savaşın başlamasından önceki yıllardaki kuraklık çıkar karşınıza. İçinde bulunduğumuz küresel ekonomipolitik kıyamet hali, otoriter rejimlere savrulma, herkesin duvarları yükseltip “yabancı” saydığını dışarıda tutma çabası da genel nüfus baskısından bağımsız ele alınamaz.
Evet, nüfus artışı hep felaket getirdi insanlığa. Onun iyilik getireceğini ancak ihtiraslarıyla bilgisizliklerini bastıracak cesareti bulanlar söyler.
Ve kendilerine adeta taparcasına meftun olanları buna inandırır.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları