‘Kendi mahallemizde şeytanlaştırdılar'

24 Mayıs 2015 Pazar

Gülen Cemaati bünyesinde önde gelen bir isimle yaptığımız görüşmenin notlarını paylaşmaya devam ediyoruz. Dün, konumuz gereği, iki oluşumun “yol arkadaşlığı” sürecine ilişkin değerlendirmelere ağırlık verdik. Bugün “yol ayrımı” sonrası yaşananlar, konuşulanlar, itham ve suçlamalara ilişkin görüşlere yer vereceğiz. Bunlar arasında öncelikle İslami bünye içine dönük hedefle gündeme getirilen “dinler-arası diyalog” konusuna değinmek uygun olur. Bilindiği gibi, Parti ile Cemaat arasında ipler kopup çatışma başladığında Gülen Hareketi’ni dindar-muhafazakâr kesim nezdinde meşruluktan uzaklaştırma yolunda en çok “deşilen”, oluşumun küresel bazda sürdürülen inançlar- arası diyalog faaliyetlerine yaptığı katkıydı. “Haçlılar”la, “Siyonistler”le işbirliği olarak takdim edilen bu husus hakkında Cemaat’in hareket noktasını aktararak başlayıp diğerleriyle devam edelim!..

Diyalog, özümüzde var

Diyalog, özümüzde var “Osmanlı Şeriyye sicillerinden birinde okursunuz, İstanbul’un merkezi mahallerinden birinde İmam, Yahudi’nin çocuklarına gâvur demiş, adam da Kadı’ya şikâyet etmiş. Kadı, İmam’ı çağırtmış, yaptığının doğru olmadığını ve bir daha tekerrür etmemesini söylemiş. Buna rağmen İmam bildiğinden şaşmamış, çocuklara gâvur demeyi sürdürmüş. Şikâyet devam edince Kadı, İmam’ı tekrar çağırtmış, sen burada İslâm’ı temsil etmeye muktedir değilsin, git başka yerde imamlık yap diyerek onu o dönemde ücra bir yer olan Avcılar’a sürdürmüş. Durum bu kadar basit. Bu insanlar kâfir değil ki biz onlara gâvur diyelim. Biz demeyiz. Bunlar ‘ehl-i kitap’ çünkü. Dinler-arası diyaloğun temelinde de bu var. Hocaefendi’nin, Hizmet’in dinler-arası diyalog yaklaşımı, tasavvufun çok derin bir yorumudur. Bu, bizim özümüzde var olan bir kültürdür. Bizim tarihimiz- kültürümüz, Yahudilerle ve Hristiyanlarla bu tür diyaloglarla doludur zaten”.

‘Türkiye lobiciliği’

“Siz 2002’den sonra Hizmet öne çıktı, diğer cemaatler kayboldu diyorsunuz ama aslında bence öyle değil. 2002 sonrasında da bütün cemaatler varlığını sürdürdü. Söz konusu olan Hizmet Hareketi’nin tek ve güçlü olması değil, medya aygıtlarının güçlü olmasıydı. Ayrıca Türkiye yurt dışına Özal’dan sonra açıldığında Türkiye’yi dışarda en çok temsil edip güçlü Türkiye lobiciliği yapan Hizmet’tir. Bu, tasavvuf- mantıklı bir İslâm hareketi olan Hizmet’e muazzam bir dünya tecrübesi ekledi. Tokyo’dan New York’a, Moskova’dan Cape Town’a... Bizim Türkiye’nin gittiği bu istikametle ilgili kaygılarımız, diğer AKP destekçisi cemaatlerin radarına girmedi hiç. AKP bunu da çok iyi kullandı ve Hizmet’in bu pozitif tecrübesini Batı ile işbirliği yapmak gibi süfli bir kavramla özdeşleştirip onu kendi mahallesinde şeytanlaştırmaya çalıştı.”

‘Kıyas-ı Fasid’ ürettiler

“Ne istediler de vermedik dedi Erdoğan ve hep bu gündeme geldi basında-medyada. Biz cevap verdik hâlbuki. ‘Ne istedik, Allahaşkına söyle’ dedik, ama buna cevap gelmedi. Belli kişilere verdiği haksız kazancı, imtiyazı, iltiması, sosyal devletin anayasal bir vecibesi olarak STK’lara verdiği imtiyazlarla bir tuttu. Kamu yararına çalışan derneklere kanuni olarak imtiyaz vermek durumundasın. Haksız kazanç sahibi olmuş kişileri Zaman Gazetesi, STV manşete taşıdığı için ‘Bre Nankörler, ne istediniz de vermedim’ dedi. Burada ‘kıyas-ı fasid’ [şartlarına uygun olmadan yapılan kötü, bozuk, geçersiz kıyas] vardır.”

Doğu-Batı dengesi

“Bizim kaygılarımız Referandum sonrasında daha özgürlükçü ve demokratik bir anayasanın hazırlanmayacağı anlaşıldığında başladı. Bir de coğrafyamızın emrettiği, Doğu ile Batı arasındaki dengeli ilişkinin gözetilmesinin bırakıldığı anlaşıldığında... Biz bu dengenin gözetilmesinin bozulduğunu görünce endişelendik. Bu coğrafya son 3000 yıldır Doğu ile Batı’nın çatışma sahası. Bu coğrafyanın sakinleri, bu çatışmayı idare edebildikleri ölçüde burada mutlu ve huzurlu yaşarlar. Bir ‘kaptan’ın ustalığı, gemiyi kayalıklara oturtmadan güzergâh emniyeti içinde hedefe ulaştırmaktır. Siz [‘Mavi Marmara’ olayına binaen] gemiyi kayalıklara oturttuktan sonra, ama hedefim iyiydi demek çocukça bir mazerettir.

Tüyler ürpertici söz

Normlar hiyerarşisinde en tepede iki norm var. Biri anayasa ve onun da üstünde ikincisi, uluslararası antlaşmalar. Buradan hareketle AKP açısından bizi ürküten üçüncü bir nokta şu ki eğer bir bakan anayasayı takmıyoruz diyorsa bizim tüylerimiz diken diken oluyor. Uluslararası antlaşmalarla altına imza attığımız kriterler, mesela ifade özgürlüğü, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı gibi kriterlere referans gösterdiğimizde AKP’nin bize Batı ajanı, işbirlikçisi demesi bizi şok ediyor. Biz o sözleşmelere devlet olarak imza attık. Şimdi sen bunları kendine referans alanları ajan ve hain olarak şeytanlaştırıyorsun.

Seçimdeki tavır

“Hizmet Hareketi, bu seçimlerde tek bir partiye angaje değil. Hizmet’in bu seçimde hangi partiye oy vermeyeceği net. Ama hangi partiye oy verileceğine dair bireysel tercihleri herkesin özgür iradesine bırakmıştır. Zaten oy verilmeyecek partinin de bizden oy istediği yok. Dolayısıyla bize destek vermiyor diye kimsenin alınmasına da gerek yok!”

Muhasebe yapıyoruz

“Bu coğrafyanın tarihi göstermiştir ki hiçbir grup, hiçbir grubu yok edememiştir. Birlikte yaşamayı başardığımız ölçüde coğrafya huzurlu olmuş, birbirimizi yok etmeye kalkıştığımızda da huzur kaçmıştır. Biz olup bitenlerde bizim adımıza yanlışlar yoktu demiyoruz ve üstelik özeleştiriden de ötesini yapıyoruz. Tasavvuf kültüründe olduğu gibi ‘muhasebe’ yapıyoruz. Yani kendi adımıza, yapılan yanlışlardan dolayı borç ya da bedel ne ise onu da ödemeye hazırız.”

AKP ve Cemaat: Ayrılan Yollar

Tayyip Erdoğan’ın “Ne istediniz de vermedik” sözü, AKP ile Gülen Cemaati’nin ilişkisinin bir “koalisyon” olduğunu gayet açık şekilde ortaya serer. “Koalisyon”un kristal berraklığıyla görünürlük kazandığı olay, Erdoğan’ın 12 Eylül 2010 Referandumu sonrası Pensilvanya’ya meydanlardan gönderdiği teşekkürdür. Tabii aynı doğrultuda, dün de değindiğimiz, 2012 yaz başında düzenlenen Türkçe Olimpiyatları’nda Erdoğan’ın platforma çıkıp “Hocaefendi”ye hürmet dolu “Yurda dön” çağrısı yaptığı konuşma da bu “koalisyon”un kayda değer en pozitif “enstantane”lerinden biridir.

Ancak aynı zamanda “sonun başlangıcı”nı işaret eden bir enstantane!..

Geri dön, geri dön!

Çünkü dikkatle okunduğunda bu, “zarif bir restleşme” örneğiydi. Erdoğan, adeta bir şahıstan ziyade “ruh”a sesleniyor izlenimi bırakan, ama alttan alta eşitler arasında olduğu iması da içeren konuşmasında “gurbet-sıla” retoriği eşliğinde bir “Geri dön” çağrısı yaptı. Gülen de buna aynı ölçüde nazik ama “küresel oyun”u gayet başarılı şekilde kurallarına göre oynadığını düşündüren bir ret cevabı verdi.

Denilebilir ki “koalisyon”un ipi ilkin burada, güleoynaya koptu.

Fethullah Hoca’nın Erdoğan’ın “Geri dön” çağrısına olumlu karşılık vermesi söz konusu olamazdı. Bu, kendisini aşağıya çeken “asimetrik” bir dönüş olurdu. O an itibarıyla Erdoğan, uluslar-arası itibara sahip ama sonuçta ulusal ve tabii ki Türkiye’nin en güçlü adamı olduğu sevenler kadar sevmeyenler tarafından da kabul edilen bir liderdi. Gülen ise uluslar-üstü itibara mazhar, “küresel” bir dini lider. Dolayısıyla Türkiye’de rakipsiz biçimde zirvedeki Erdoğan’ın teklifine karşılık vererek yurda döndüğünde çok şey kaybedeceği aşikârdı.

Gülen, güzellikle kaybetmeye razı olmamıştı! Sonrası malûm. Karşılıklı muhabbet dolu sözlerin yerini haşin ifadelerin, bedduaların alması, tavaf edercesine ziyaret edilen mekânların “in” olarak adlandırılması için hepi-topu bir buçuk yıl yetti.

17-25 Aralık dönümü sonrasında Erdoğan hâlâ “Geri dön” demekteydi. Ama artık çağrı, “sıla”ya olmaktan çıkmış, Gülen için adeta bir “sırat köprüsü” davetine dönüşmüştü.

‘Mavi Marmara’ çatlağı

Aslında 2002’den 2012’ye uzanan on yıllık süreçte görünürde her şey güllük-gülistanlık hissi uyandıracak şekilde çerçevelense de derinden akan sularda “koalisyon”un ortakları arasında rezervler, yer yer de nezaketle kamufle edilmiş gerginlikler hep oldu. En berrak veri, Mavi Marmara olayı sonrası Gülen’in “İsrail’e danışılsaydı keşke” şeklindeki sözleridir. Henüz 2010 Referandumu bile yapılmamışken sarf edilmiş bu sözler, “Parti” ile “Cemaat”in bir yol ayrımına gelişinin ilk ipuçlarını sundu.

Fethullah Gülen’in Gazze açıklarında Türk yardım gemisine İsrail saldırısına ilişkin yaptığı bu aykırı değerlendirme hem “Parti”, hem de “Cemaat” cephesinde telaşla ama ilginç şekilde de “Telaşa mahal yok” tarzı bir yaklaşımla savuşturulmaya çalışıldı! Mesela Bülent Arınç, tecrübesini konuşturarak (!)

“Hocaefendi”nin tavrına ilişkin çok şey söyleyip aslında hiçbir şey söylememeyi şöyle becerdi: ‘’Şimdi bu olay karşısında muhterem Hoca Efendi’nin konuşmasının bana ne anlama geldiğini soruyorlar. Hoca Efendi her zaman olduğu gibi doğruyu söylüyor. Her şart altında, her durum altında ve her şeye rağmen müspet hareket etmeliyiz ve bunun imkânlarını araştırmalıyız. Zulme uğrayabiliriz ama zalim olmayacağız. Müspet hareket budur ve bu hareketi takip eden herkes kazanmıştır”

Gülen’in sözleriyle hükümetin olaya yaklaşımı arasındaki mesafeyi kapatma yolunda çabalar “Cemaat” cephesinden de geldi. “Hocaefendi”nin her zaman politik konulara uzak durmayı tercih ettiği söylendi.

Hâlbuki “İsrail’e danışılmalıydı” diyen Gülen, apolitik değil, hayli “politik” bir tutum içindeydi. Amerika’ya “Hicret”inden bu yana söz konusu duruşuyla gayet uyarlı bir politik tutumdu bu.

Çünkü hangi dinden olursa olsun, bir inanç önderinin uluslar-üstü hareket edebilmesi, ancak inançlar- arası diyalog anlayışını hayata geçirmesiyle mümkündü ve Gülen bu anlayışın rotasına çoktan girmişti. Bu nedenle inançlar-arası diyaloğu değil, çatışmayı hareket tarzı yapmış Hamas gibi oluşumlarla mutabık bir pozisyon takınması mümkün değildi. O yüzden de tüm bu tartışmaları başlatan Wall Street Journal’daki demecinde Hamas’ın başını çektiği “radikal-siyasal İslâm”la arasına ciddi mesafe koymaktaydı. İsrail’e ilişkin AKP retoriğinin merkezinde yer alan “haydut devlet” nitelemesinden de Gülen’in söyleminde eser yoktu.

‘Milli Görüş’ün dönüşü

Söz konusu olay, 2002’den itibaren karşımızdaki “koalisyon”un temel motifini oluşturan, kapitalizme ve Batı’ya dost “liberal İslâm” düsturuna ilişkin ortaklar arasında yorum ve konum farkının belirdiğini işaret eder.

Artık bir tarafta küresel sistemin ekonomi- politik isterleriyle uyarlı hareket etme yolunda hâlâ hassas ve dikkatli “Cemaat” vardır. Diğer tarafta ise aynı sistemin kendisine açtığı imkânı değerlendirip iktidar olmuş, ama “kültürel genetiği”nin derinliklerindeki “Milli Görüş” tortularıyla davranmaktan da zaman zaman kendini alamayan AKP...

Bu kritik “çatlama”dan sonra hem iç, hem de dış politik gelişmeler, özellikle küresel sistem içinde daha rekabetçi pozisyon alma, bölgesel bir ağırlık merkezi oluşturma arzusuyla şekillenen dış politika stratejisi AKP’yi “Milli Görüş”ün (tabii Erbakan’la kıyaslandığında belki “özde değil sözde” denilebilecek şekilde) savunucusu olma noktasına daha sık getirir oldu.

Bu yeni yörüngede “Cemaat”, giderek Parti’ye yabancılaşıp ondan uzaklaşırken, hanidir gözden ırak kılınmış diğer tarikat ve cemaat çevreleri, özellikle de Nakşibendiliğin zinde kalabilmiş kolları hareketlenip giderek yakın plâna gelmeye başladılar.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları