Erdoğan bir şov yıldızıdır

12 Haziran 2015 Cuma

Recep Tayyip Erdoğan’dan korkmak için sayısız durum, olay ve görüntüyle ben de pek çok kez karşı karşıya kaldım.

Ama Erdoğan’dan korkulacak bir şey olmadığını, 7 Haziran seçimlerine giderken Mehmet Barlas’ın onu yağlayıp-balladığı televizyon söyleşisinde anladım.

Barlas’ın Erdoğan’a yönelttiği “tarihe mal olacak” soruyu, günlerdir harıl harıl kalem oynatmaktan bunaldığımız, büyük ihtimalle okuru da yorduğumuz yazı dizimizde bir parça gevşeme ve neşelenme yaratma dileğiyle aynen aktaralım:

“Çok insancılsınız, çok sıcakkanlısınız, ailenize düşkünsünüz, birlikte olunduğunda bal gibi, tatlı adamsınız. Fakat meydanda çok sert oluyorsunuz. O, siyasetin gereği mi?”

Erdoğan’ın soruya verdiği cevap şöyle:

“Benim o meydandaki dilimi halkım çok iyi anlıyor. Ve bu dili de iyi yakaladı. Bu dili satın aldı [vurgu benim]. Tayyip Erdoğan’ın dili bu… E, Tayyip Erdoğan’ın bu dilini meydan satın aldığı içindir ki muhabbet aramızda, yani o gönüller arasındaki ilişki var ya…”

Sonrası gelmiyor, Barlas’ın araya girmesiyle kesiliyor, ancak “halk” karşısındaki performansını bir “alım-satım” ilişkisine indirgemiş olduğunu belki fark ederek Erdoğan’ın sona doğru bu “iktisadi” terminolojiyi insanileştirme yolunda “muhabbet”, “gönüller-arası ilişki” gibi deyişlere vurgu yaptığını hissediyoruz. Lâkin artık çok geçtir!..

‘Tüketim’e endeksli...

Erdoğan’dan bu sözleri duyduğumda ilk defa olarak artık ondan korkma yerine, onun adına korkma noktasına gelmek gerektiğini düşünür oldum.

Barlas’ın sorusuna cevaben kendisine ilişkin yaptığı takdim, bunu yaparken kullandığı dil, kimliklerin, değerlerin, ideolojilerin, inançların endüstriyelleştiği “tüketim”e endeksli bir iktisadi işleyişin isterleriyle uyumlu ve uyarlı; ve de bu işleyişe tâbi…

Erdoğan, “halkım bu dili satın aldı” diyerek, farkında ya da değil, ama kendisini gerçek bir siyasi özne olmaktan çıkarıp sadece o gerçekliğin göstergelerini taşıyan “simülatif” bir meta kılmakta.

Karşımızdaki Erdoğan değil, gerçeklik gösterisine soyunmuş bir şov yıldızıdır. Tabii onun karşısında olan da söz konusu dil kullanımından dolayı halk değil “kitle”dir.

Artık korkacak bir şey yoktur! Kitle kültürü, “korkunç bir yanardağ ağzı” gibi son birkaç yıldır ortalarda dolaşan şahsı “çözmüş”tür.

Buradan artık hiçbir şekilde İslâmcılığa çıkılamaz. Olsa olsa, daha önce de başka bir yazıda kaydettiğimiz üzere, “postİslâmizm” e çıkılır.

Yapılan her şey, Baudrillard’ın “simülasyon kuramı”nda ifade edildiği üzere; koymuş olduğu amaç ve hedefleri çoktan terk edip anlamını yitirmiş bir hareketin, artık “maddi” anlamda sahip olduklarını da yitirmeme yolunda bu bitmişliğini gizlemeye çalışmasından ibarettir (O. Adanır, “Simülasyon Kuramı Üzerine Notlar ve Söyleşiler”, 2008, s. 13).

Post-İslamizm, böylesi bir “simülasyon evreni”ne İslâmcılığın intibakını anlatan bir kavramlaştırma olarak değerlendirilebilir.

Halkla “alım-satım” ilişkisi kurulmaz. Satın alan insana “müşteri” denir. Ona bir şey satmak için yaklaşana da “tüccar”.

Evinde “bal gibi tatlı adam”, meydanlarda bir sertlik abidesine dönüşüyorsa bu ikisi arasındaki farkı bize ancak insani değil “iktisadi” dinamikler açıklayabilir.

Post-İslâmist yaşam iklimiyle uyarlı şekilde “mümini müşteri sayarak” gelinmiş zenginlik noktasında kalabilmek için (“simülatif” olarak) yapılmaktadır her ne yapılıyorsa…

Gelinen zenginlik noktası, belediye başkanlığı günlerinden başlayarak bugüne kadar edinilmiş servetle, bu servetin sermaye olarak kullanıma sokulduğu işlerle, holdingleşmelerle, içerisinde oturulan 1150 küsur odalı, şaşaalı, gösterişli, toplumu, halkı, fakir-fukarayı ezici sarayla ve daha bir dolu şeyle ortada.

Bu tablo yakınların, hısımların, çoluk çocuk akrabayı taallukatın özel alanda olduğu kadar resmi-idari alanlarda da, mesela okul müdürleriyle, valilerle bol bol göz doldurmalarıyla da katmerlenmekte...

 

Erdoğan, neredeyse seçimin yapılacağı ana kadar cumhurbaşkanı tarafsızlığını da rafa kaldırarak meydanlara çıktı. Öfke ve hiddetle herkese saldıran liderin görüntüsü, aslında iktidarın en çok muktediri ezdiğine emsalsiz bir örnek oluşturdu.

Humeyni’ye rahmet...

1979’da radikal İslâm’ın siyaseten hayata geçtiği İran’da İslâm Cumhuriyeti’nin kurucusu Ayetullah Humeyni için, insan hakları, özgürlükler, demokrasi açısından yarattığı tabloya bakarak olumsuz yönde isterseniz çok şey söyleyebilirsiniz. Ancak hiç laf edemeyeceğiniz bir şey varsa o da bu ürkütücü ismin yaşam biçimidir.

İslâm Cumhuriyeti’nin mimarı, İran’a devrimle döndükten sonra ölümüne kadar son derece mütevazı, gösterişten uzak, basit bir yaşam sürdü. Öldüğünde tek gayrimenkulü, Kum kentindeki eski evdi. Ölümüne yakın, hastalığı sebebiyle gelmek zorunda kaldığı Tahran’da da bir dini liderin küçücük evine yerleşip orada yaşadı.

1989’da ölünce oğlu, yetkili makamlara gönderdiği bir mektupla babasının mal varlığının incelenmesi talebinde bulundu. Yapılan inceleme sonunda, aradan geçen 10 yıl içinde Humeyni’nin malvarlığının artması bir yana, babasından miras kalmış bir toprağı da bölgenin yoksul ve muhtaç insanlarına bıraktığı ortaya çıktı.

Ayrıca İran’a döndükten sonra Humeyni’nin başbakana gönderdiği ve hem onu, hem de tüm bakanları ve diğer genel-yerel idari yetkilileri uyardığı mektup da ilginçtir. Bu mektupta Humeyni, eğer ki akrabası olan birileri resmi otoritelere herhangi bir konuda “referans” olmaya kalkarlarsa bunu sakın ola ki dikkate almamalarını belirtmekte, akrabalarının bu konulara karışma hakkına sahip olmadıklarını söylemektedir.

Görüldüğü gibi biz bugün Türkiye’de Humeyni’ye rahmet okutacak cinste günlerden de geçiyoruz!..

O yüzden İslami kesimden kimi dostlarımızın Erdoğan’ın durumuna bakarak yarı şaka-yarı ciddi ileri sürdükleri, “O, artık şeyh oldu, meşihat makamı oldu, Emir ül- Müminin oldu” gibi görüşler de çok kayda değer değildir.

Mevcut görüntü benzerlik olarak “Arap Kisrâsı” namıyla maruf Emevi halifesi Muâviye’yi anımsamaya daha çok el verir nitelikte.

Kisrâ, Araplar’ın Sasani kralları için kullandıkları bir unvan. Bizans İmparatorları için kullanılan “Kayzer”in karşılığı da denilebilir.

Aldülbaki Gölpınarlı, aşırı zenginlikle yüksek ve müreffeh bir zümrenin türeyişinin Emevilerin ilk devrinde, “Hz. Ömer’in dediği gibi Arap Kisrâsı olan Muaviye’nin kapıcılı, perdeli, hadımlı, tahtlı saray kuruşu”na bağlı olarak rahatsızlıklara ve iç kargaşaya yol açtığını belirtir. Bu, insanları İslâm adına karşılarında duran iktidardan soğutup kendi içlerine kapanmaya, mistik (“zühdî”) arayışlara sevk etmiştir diye de ekler (A. Gölpınarlı, “Yüz Soruda Tasavvuf”, 1985, s. 26).

‘Tek Adamlık’ sendromu

“Kisrâ”lık ve “kayzer”liğin, zenginlik ve şaşaa kadar diğer karakteristik emareleri de hiç kuşkusuz otoriterlik, otokratlık, “astığım astık-kestiğim kestik”çiliktir. Türkiye’de AKP iktidarında Erdoğan’ın pozisyonunun İslâmi terminoloji çerçevesinde olsa olsa bu tabirlerle titreşimli bir yol alış içinde olduğu düşünülebilir.

Bu yolda daha da ileriye gitme arzusunda “7 Haziran” çok önemli bir etaptı. 2013 Gezi Olayları sonrasında artık zapt edilmez şekilde ayyuka çıkmış “Parti” ile “Devlet”i şahsında özümsemeye dönük “Tek Adamlık” sendromu, genel seçim sürecinde, üstelik cumhurbaşkanlığı adı altında açık, seçik, net tarafgirlikle zirve yaptı.

‘Halk’ bu kez ‘satın almadı’

Ama aynı zamanda da iktidarın elden gitmesinden duyulan bir korku, panik ve acz içinde zirve yaptı. İktidarın sahip olunamayacak, ancak taşınabilecek, onu taşıyana dışsal, onun üstünde, onu da kuşatan bir “ağ” olduğu ve bu ağ içindeki çırpınışın da boşuna olduğu bilinmeyerek…

O yüzden neredeyse seçimin yapılacağı ana kadar cumhurbaşkanı tarafsızlığını da rafa kaldırarak meydanlara çıkan, kendi seçtiği başbakanı da ekarte edecek, gölgeleyecek, güdükleştirecek şekilde öfke ve hiddetle herkese saldıran liderin görüntüsü, aslında iktidarın en çok muktediri ezdiğine emsalsiz bir örnek oluşturdu.

Ve işte ne kadar uğraşılsa da “halk”, bu defa “satın almadı”.

Öyleyse anlıyoruz ki İslami ve insani boyutları geçelim, “iktisadî” olarak da kaybetmiştir.

YARIN: SELAHATTİN DEMİRTAŞ



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları