Batılı ümitlerin yeşerttiği diktatörlükler

04 Haziran 2016 Cumartesi

Tayyip Erdoğan’ın ziyaret ettiği Uganda’nın 30 yıllık diktatörü Yoweri Museveni’nin ortaya çıkış öyküsünde hepimiz için ne kadar tanıdık bir seyir var!.. Özellikle ülkesinin bir üniversitesinden fahri doktora ile payelendirilmiş, liderlikte henüz onun yarı yolunda ama aynı mesafeyi kat etmeye de azimli “misafir”i örneğinde…

Museveni 1986 yılında devrik diktatör İdi Amin’den sonra devlet başkanı seçildiğinde 10 yıl boyunca Batı’nın umudu ve favori lideri olmuş.

Ülkenin ihtiyaç duyduğu demokratik reformları gerçekleştirebilecek, bu nedenle de Batı ile çalışabilecek umut vaat eden genç bir siyasetçi olarak değerlendirilmiş.

Sonrası tam bir hayal kırıklığı. Demokrasi umuduyla önü açılan Museveni’nin pratikte diktatörleşmesine 10 yıl yetmiş.

Oy çalmalar, seçmenlere baskı-şiddet, vatana ihanetle suçlanıp can güvenliği olmayan muhalifler, gösteri ve toplantı yasakları, medyaya abluka, vs...

Yani hepimizce bilindik, aşina gelişmeler!..

Ve sonuçta yine Batı tarafından, ekonomi dergisi Forbes’un dünyanın en kötü 10 diktatörü lisesinde 6’ncı sırayla “müşerref” olunmak!..

***

Batı’nın gözünde Museveni’nin 10 yılda nereden nereye geldiğine ilişkin, bir uçtan (“demokrasi”den) öbür uca (diktatörlüğe) bu salınımı okurken bir yandan aynı filmi ikinci kez izler gibi oldum. Diğer yandan da bu filmin seçkin bir “yardımcı yönetmen”inin ismi hafızamda canlandı.

Graham Fuller’in…

CIA’da en üst düzey görevlere yükselmiş Ortadoğu uzmanı ve siyasal İslam analisti Fuller, bilenler bilir, 2002 baharında Foreign Affairs dergisinde “Siyasal İslâm’ın Geleceği” başlıklı çığır açıcı denilebilecek bir makale yayımlamıştı.

“11 Eylül”ün (2001) feci etkisinin hâlâ sürdüğü bir ortamda Bush yönetimine dünyayı “Biz ve “Teröristler” diye ikiye bölmenin yanlış olduğu uyarısında bulunan makale,  Müslüman dünyada İslâmcı olmakla birlikte “liberal” ve “demokratik” de olan politik eğilimleri (ki giderek “ılımlı İslâm” diye popülerleşecektir) teşvikten dem vurmaktaydı.

Fuller’in bu bakımdan “umut-verici” sayıp işaret ettiği ilk örnek de Türkiye’ydi.

Ona göre katı-sert bir devlet ideolojisini bir kenara bırakma yolundaki Türk demokrasisi, geleneği demokratik ruhla birleştirmiş İslâmcı hareketlerin doğuşuna imkân verebilecek noktaya gelmişti.

Fuller’in hangi hareketleri kastettiğini merak ettiğinizde makalede “demokratik ve modernist” olarak tanımlanan (Fazilet Partisi’nden “türeme”) AKP ile “apolitik Nur hareketi” diye imlenen Gülen Cemaati karşınıza çıkıyordu.

***

Anlaşılan oydu ki 11 Eylül sonrası süreçte ABD merkezli küresel kapitalizmin karşısında onu “lânet” sayan El Kaide gibi cihatçı tedhiş hareketleri dururken, onu “nimet” saydığına kanaat getirilmiş olarak da (Türkiye özelinde) Cemaat ve AKP konumlanmaktaydı.

Fuller, bu zihniyete ve hissiyata tercümandı.

Makalenin hemen ardından o, yazısındaki görüşleri temelinde aynı başlık altında hacimli bir kitap da yayımladı. Bu da yetmedi, sonrasında AKP’nin (ve elbette onun “paralel”indeki Cemaat’in) Türkiye’sini, İslamcılığın “liberal-kapitalist” sürümü adına olumlayan, bize özel bir kitap da yazdı (“Yeni Türkiye Cumhuriyeti-Yükselen Bölgesel Aktör”, 2008).

Tüm bu çalışmalara itici güç oluşturan umutların boş çıkması için de hemen hemen bir 10 yıl gerekti!..

Ardından Fuller’in bile, mantıksızlaşmış ve despotlaşmış bir yönetim sergiler hale geldi dediği Erdoğan’ı büyük hayal kırıklığı olarak değerlendirdiğini duyar olduk.

Yani Tayyip Erdoğan da Museveni gibi yaklaşık 10 yıl Batı’nın umudu ve favorisi oldu.

Sonrası işte ortada…

Ortada da mesele, aynı rotada seyrettiği Museveni gibi onun da 30 yıla doğru yelken açıp açmayacağı…

Hem üstelik artık doktoralı da!..



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları