Olaylar Ve Görüşler

Küreselleşmede Reformize Hareketler - Yaşar SERT

11 Haziran 2020 Perşembe

AB’nin oluşum sürecine bakarsak I. ve II. Dünya savaşlarının mutlak belirleyici etkilerini görürüz. I. Dünya Savaşı sonunda öylesine ağır maliyetler oluşmuştu ki galip devletler eski çağlardan beri gelen bir alışkanlıkla tüm sorumluluğu mağlup devletlerin üzerine yükleyerek kendi halklarını yatıştırmaya çalıştı.

Emperyalist çekişmelerin ve tekelci kapitalizmin açtığı yarayı, milyonlarca insanın canına mal olmasının (yaklaşık 10 milyon insan) gerçeğinin üstünü örtmek için böyle yaptılar. 1919-1920 Paris Barış Antlaşması ile bir barışı kurmayı değil, yeni ve daha feci bir savaşın nedenini oluşturacak kadar ağır ve ezici şartlar içeriyordu.

Buna rağmen bu düzen en fazla 1929-1930 Ekonomik Buhranı’nın etkileri radikal ve revizyonist güçleri öne çıkarıncaya kadar sürebildi. Böyle bir faşist dönüşüme uğrayan devletlerle bile pazarlığa oturabilen İngiliz ve Fransız yöneticilerinin esas amaçları sömürge imparatorluklarını korumaktı.

Fakat bu taviz politikaları ne Nazi Almanyası’nı, ne de faşist İtalya’yı durdurabildi. Her ne olursa olsun çıkan antlaşma sonuçları Almanya'yı hiç mutlu etmedi. Ve başlayan II. Dünya Savaşı, halefine göre çok daha büyük yıkım ve insan kaybını (yaklaşık 50 milyon) getirdi.

AB’NİN KURGUSU

Avrupa Birliği düşüncesi tüm bu olaylara tepki olarak ortaya çıktı. Çünkü kendi ülkeleri içerisinde sol kanattan yükselen haklı eleştiriler kendilerini zorda bırakıyordu. Bu eleştirilere karşı mutlak bir çözümle halkın nabzını tutmaları gerekiyordu. Yapılan hataların üstünü örtmeleri veya unutturmaları şarttı.

1949’da kurulan Avrupa Konseyi ve NATO, Sovyet tehdidine karşı bir yanıt niteliğindeydi. Avrupa Konseyi, kıtayı diktatörlüklerden koruyacak bir demokrasi ve insan hakları söylemi geliştirerek o zamana kadar olmayan bir Liberal Batı İdeolojisi” kurgularken, NATO da kurulan bu “özgür kıta”yı koruma misyonu üstleniyordu.

Avrupa Birliği tasarımı, bu güvenlik ortamında yıkımı onarmayı ve halkları birbirine yaklaştırarak Avrupalılık fikrini, Amerikan rüyası tasarımına benzer şekilde oluşturmayı hedefleyen bir proje oldu. Sovyet tehdidine yönelik abartılmış algılamaların getirdiği kolaycılık ve ABD’ye yüklenen savunma yükü Avrupalıların işini kolaylaştırdı.

Günümüzde Koronavirüs tehdidi nedeniyle yaşananları 1929-30 Buhranı ile kıyaslayanlar, radikal güçlerin yeniden dirilebileceğini ve AB’yi bunun yıkabileceğini öne sürüyor. Son zamanlarda Avrupalıların mültecilere ve göçmenlere karşı vicdansız ve insafsızca davranması,

AB'nin aşırı sağcılaşmaya ve fanatik ırkçılığa doğru kaymaya başladığını doğrular nitelikteydi. Avrupa’da ırkçılık yeni bir olgu değildir ve uzun tarihlerinin farklı dönemlerinde mutasyona uğrayarak bugünlere ulaşmış bir geçmişleridir. Daha net bir ifade ile Avrupalılar sadece kendilerine hümanist ve kendilerine demokrattır”. Geri kalmışlık olgusunu sömürü ve kukla diktatörlerle değil, ırksal, kültürel ve zihinsel yetersizliklerle açıklamaya kalkarlar.

Kendilerinin dışındaki dünyaya karşı bir tasarımları vardır ve Türkiye de bu dünyanın içindedir. Ölçüp biçtikleri bir rol modeli dayatırlar ve bunun dışında geliştirilen politikalardan hoşlanmazlar. Sadece AB değil, ABD' de bir küreselleşme karşıtlığı ve rahatsızlığı son yıllarda öne çıkmıştır. Küreselleşme yaklaşık otuz yıla yakın bir sürede oluşmuştur.

Ve belli başlı kurumlar sayesinde güçlenmiş, ayakta kalmıştır. Bu kurumların başında gelen en önemlilerinden birisi ise Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi bağımsız örgütlerdir. Son zamanlarda bu kurumların bağımsız ve otonom oluşu başta ABD olmak üzere birçok dengeleri rahatsız ediyordu. Son yıllarda Trump öncesi de bu kurumlarla ABD arasında gerginlikler çıkmaya başladı. Dünya Ticaret Örgütü bilindiği gibi devletlerden daha bağımsız bir odak olarak ortaya çıktı. Ve devletlerarası çıkan anlaşmazlıkları çözen bir hâkimler kurulu ortaya çıkardı.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle dünya siyaseti üzerinde çok etkin olan ABD, bu tür özerk ve küreselleşmede aktör kuruluşları hazzetmemeye başladı. Bunun en açık örneği de Trump'ın Dünya Ticaret Örgütü’ne bağlı hâkimlerin kuruluna doğrudan müdahale etmesidir. Bunun dışında serbest ticaret antlaşmasına karşı çıkarak vergileri artırma yoluna başvurmasıdır.

Çünkü Dünya Ticaret Örgütü küreselleşme açısından büyük önem taşımaktadır. AB ise ABD'nin bu tutumundan rahatsız oldu. ABD'yi dışarıda bırakarak Çin'de dahil olmak üzere 15 ülke ile beraber çalışmasına devam etme kararı aldı. Çin son zamanlarda küreselleşmeyi isterken ABD, Rusya ve Hindistan gibi ülkeler ise Merkantilist bir yaklaşımı daha çok önemsiyordu. Küreselleşme bu tür otoriter yapılı devletler için her zaman bir tehlike arz ediyordu. Özellikle mülteci ve göçmen konusundaki giriş çıkışlar ülkenin hem işsizliğe yol açtığını, hem de ülke içi huzuru bozduğunu savunuyordu.

AB İÇİN ESAS TEHDİT

Sonuç olarak baktığımızda, bazı Avrupa ülkelerinin pandemi nedeniyle büyük sağlık sorunları yaşamasının AB’nin sonunu getirebileceği öngörüsü aşırı kötümser bir yaklaşımdır. Ne İtalya ne de İspanya AB’yi terk etmeye hazır değildir, zira ekonomik anlamda AB’nin yerini alacak bir seçenekleri yoktur. En basit örnekle şu an can çekişmekte olan turizm sektörünün dirilebilmesi bile Kuzey Avrupa pazarına bağlıdır.

AB sistemi 1919 Versay Düzeni değildir ki, o adaletsiz barış düzenini yıkmak için revizyonizm güç kazansın! 1929-30 Krizi’nde müdahale mekanizmaları olmadığından kriz bir anda koronavirüs gibi dünyayı sarmıştı. 1944 kurulan Bretton Woods sisteminin, IMF, Dünya Bankası, WTO gibi mekanizmalar ve bizzat AB’nin kendisini bir düzenleyici müdahale sistemi olarak görmek gerekir.

AB’nin ortak politika” olarak tanımlanan pek çok düzenleyici mekanizması vardır: Ortak ticaret, tarım, gümrük, ulaştırma, savunma ve güvenlik, enerji, para ve maliye politikaları gibi. Son dönem krizleri ortak göç politikası ve ortak sağlık ve koruma politikası olmadığından yaşandı. Bunlar oluşturulup AB sistemine katılacaktır ve bazı inatçı devletlerin direniş imkânı da kalmayacaktır.

Kimse bu krizden dolayı AB'nin dağılacağını ya da Türkiye'nin böyle bir krizi fırsata çevirip AB'ye gireceğini hayal bile etmesin. Çünkü eksiklerine rağmen AB hiçbir zaman hukukun üstünlüğü ve bağımsızlığı konusunda taviz vermemektedir. AB’yi bekleyen esas tehlike; De Gaulle, Adenauer, Willy Brandt, Mitterand, Giscard D’estaing, Helmut Kohl ayarında lider ve siyasetçilerin artık çıkmaması ve meydanın Macron gibi pinokyolara” kalmış olmasıdır. 

YAŞAR SERT
ULUSLARARASI İLİŞKİLER VE SİYASET BİLİMİ UZMANI




Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları