Olaylar Ve Görüşler

Cumhuriyet, Demokrasi ve Refah İçin; “TÜRKİYE İTTİFAKI” - Prof. Dr. Duran BÜLBÜL

25 Temmuz 2020 Cumartesi

Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en karanlık dehlizlerine sokuldu.

“Fetullah Gülen Terör Cemaatini”nin “mezardaki ölüleri kaldırın oy kullandırın” dediği yargının vicdanına el konan ve siyasi iktidarın güdümüne sokan “2010 Referandumu”ndan Süreci “15 Temmuz”a taşıyan “Ergenekon” ve “Balyoz” operasyonlarına kadar, CİA ile koordineli olarak sayısız “karşı devrim” hamleleri topluma içi zehir dolu dolu şeker kaplı “elmalı şeker” gibi sunuldu.

İşin aslı önlerindeki en büyük engel olan ve bizde karşılığı “saltanatın lağvedilmesi ve yerine TBMM’nde cisimleşen millet egemenliğin yerleştirilmesi” ile özdeşleşen “Cumhuriyet rejimi” hedef alındı.

”Yeni Osmanlıcılık” argümanları üzerinden tıpkı “din sömürüsü” gibi “Osmanlı tarihinin de sömürüsü” yapılarak “orada hilafet ve saltanat vardı, şimdide saltanat ve hilafet olacak” düşüncesi dayatılır oldu. Çoğu zaman dışa vuramadıkları cumhuriyet düşmanı “Fesli  Kadir”in ”keşke yunan galip gelseydi de hilafet ve saltanat kaldırılmasaydı”dediği halde iktidar katında gördüğü itibar ve vefanın tamda karşılığı buydu.

SİSTEM DEĞİŞİKLİĞİ” DEĞİL “REJİM DEĞİŞİMİ”NİN TA KENDİSİ!

Günümüz çağdaş demokrasilerinde ve bilimcil demokraside olmasa olmaz olan halkı tek bir kişi ve zümrenin vicdanına bırakmamayı amaçlayan “Yargı-Yürütme-Yasama” organlarının oluşturduğu “güçler ayrılığı”nın da “tekçi” bir müdahale ile bertaraf edilmesi,”Yüce Meclis”in etkilerinin tırpanlanması da sürçlere eklendiğinde bugün “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denilen olay, sundukları gibi bir “Sistem Değişikliği” değil “Rejim Değişimi”nin ta kendisidir.

İşin bu siyasal boyutunun totaliter rejim yönünde evirilmesi bir yana ekonomik olarak “ortak millet aklı”nın ve “kurumlaşmış devlet Bürokrasisi”nin etkileri ortadan kaldırılarak “devlet ekonomisi” ve “bütçeleme”, halk tarafından görülebilir, Sayıştay ve benzer kurumlarca da denetlenebilir olmaktan çıkarılmış, sonuçlarını tüm millet olarak ağır ödeyeceğimiz “tekçi bir keyfiyete” havale ettirilmiştir.

Son dönem AKP’nin eski kurucu hafızalarının silinmiş, milletvekili ve parti yöneticiliği adeta “memur”laştırılmış, parti yönetimi de devlet yönetimi gibi “tekçi” bir hal almıştır.

Nitekim kendi partileri içinde bu “tekçi müdahale”den ve oluşumdan duyulan rahatsızlığın aynı anda kendilerinin içinden çıkmış “iki yeni parti” oluşumu olarak tezahürünün yegâne nedeni tamda budur.

 Bu süreçlerden sonra buğun gelinen nokta “Millet İttifakı”ile bu “Karşı Devrim”e duruş ve demokratik yollardan “Cumhuriyetin Müdafaası” şeklinde tezahür ederken, bu durum giderek kelimenin tam anlamıyla “TÜRKİYE İTTİFAKI”na evirilmiştir.

 “MİLLET OLMAYA ALIŞMIŞ BİR HALKI ÜMMET HALİNE GETİREMEZSİNİZ”

Bizdeki “Cumhuriyet”  bazılarının işine geldiği gibi anlamaya çalıştığı “Cumhuriyet” hiç değildir. .

Bu Cumhuriyet bir “İslâm Cumhuriyeti” de olabilirdi.

Adı “Cumhuriyet” olup da niteliği “gerici” olan bir model de olabilirdi. Aynı bugünkü Bangladeş İslâm Cumhuriyeti ya da İran İslâm Cumhuriyeti gibi.

3 Mart 1924'te gerçek devrim niteliğindeki yasalar kabul edilmeseydi, 29 Ekim 1923'te kurulan Cumhuriyet sadece biçimden öteye gidemezdi.

Evet, “Halife”liği kaldıran yasa,

Şeriye ve Evkaf Bakanlığı'nı kaldıran yasa,

Eğitim ve öğretimi birleştiren "Tevhid-i Tedrisat" yasası.

Bu anlamda, 3 Mart 1924 Milletimizin “din devleti” düzeninden “Lâik Cumhuriyet” düzenine geçişinin tarihidir.

Atatürk, 1 Mart 1924'te Meclis'i açış konuşmasında dinin kişisel çıkar ve ihtiraslara alet edilmesi noktasında şöyle der:

"İslâm dinini, asırlardan beri alışılageldiği şekilde, bir politika aracı konumundan uzaklaştırmak ve yüceltmek gereğini görüyoruz. Kutsal ve dini inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü çıkar ve ihtiraslara giriş sahnesi olan politikalar ve politikanın bütün kısımlarından bir an önce kesin biçimde kurtarmak, milletin dünyevi (dünya ile ilgili) ve uhrevi (ahiret ile ilgili) mutluluğunun emrettiği bir zorunluluktur. Ancak bu suretle İslâm dininin yüksekliği belirir." (TBMM Tutanak, Devre II, Cilt VII, S. 3-6)

Bugün din üzerinden siyaset yapmanın, halkı din ve mezhep farklılıklarıyla kışkırtmanın, “Cumhuriyet Devrimleri”nden uzaklaşmanın ortaya çıkarttığı kötü bir siyasal iklimin yaratılmış olmasını ibretle izliyoruz.

Ellerinden gelse "Cumhuriyet Bayramı" kutlatmak istemeyen, boğazına kadar “din simsarlığı”nın ve hırsızlığın batağında bir zorlamanın da içinde olduğumuz günlerden geçiyoruz.

Türkiye Cumhuriyetinin evlatlar olarak; Büyük Önder Mustafa Kemal'in “Cumhuriyet Aydınlanması”nı can siperhane koruyup geliştiremezsek ülkemizi olağanüstü zor günler bekliyor.

Ama bilinsin ki sadece bedelini ağır ödeyeceğimiz zor ama “sürdürülebilirliği olmayan” zor günler.

Ben tamda burada eski Demokrat Parti geleneğinin bir büyük isminin Sayın Hüsamettin Cindork’un “cumhuriyet”imize ilişkin yakın zamanda sarf ettiği şu sözlerini hatırlatıyorum:

“Millet olmaya alışmış bir halkı ümmet haline getiremezsiniz. Cumhuriyet medeniyetinin tadını almış insanlar ümmet olmaz. Önümüzdeki seçimden çok umutluyum”.

“DÜYUN-U UMUMİYE” YOLUNA SOKULDUK

Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de tüm alanlarda bir dönüşüm yaşanmış, fakat dünyanın çağdaş ve sosyal devletlerinde yaşanandan farklı olarak, ülkemizde dönüşüm, “tekçi” bir yönetim altında, “çöküş” olarak kendini göstermiş ve topluma dayatılmıştır.

Osmanlı Devleti, 17. Yüzyıldan itibaren, içinde bulunulan ekonomik, siyasi ve sosyal nedenlerle, mali sıkıntılar yaşamaya başlamış, söz konusu mali sıkıntıları aşmak amacıyla Galata Bankerleri ve bazı mali kurumlardan, kısa vadeli ve yüksek faizli borçlar almıştır. Osmanlı devleti ilk dış borcunu 1854 Kırım Savaşı sırasında, savaşın finansmanını gerçekleştirmek amacıyla almış ve o gün, İngiliz ve Fransızlar, Osmanlı’ nın borçlanma senetlerini alabilmek için bayram havasında kuyruğa girip, sokaklarda yatmışlardır.

İlginçtir ki bugün, ülkemizde yaşanana benzer olarak Osmanlı’ da da, “dönüşüm” olarak adlandırılan bu süreç, 1881 yılında, borçların kesin ödenmesi amacıyla, Muharrem Kararnamesi çıkarılması ve 1854-1877 döneminde alınan borçların faizlerinin ödenmesi amacıyla “Düyun-U Umumiye İdaresi” nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır.

Osmanlı’ da yaşanan sürece benzer olarak, ülkemizde yenileşme ve dönüşüm diye sunulan tüm siyasi, sosyal, hukuki ve mali hareketlerin de bir “çöküş süreci” olduğunu iliklerimize kadar hissediyoruz. Devlet yönetmenin ana unsuru,giderek  “yoksullaştırdıkları yoksul halkı, yönetme Sanatı”ndan ibaret hale gelmektedir..

Mali yasalarımızın, hukuk sistemimizin, ekonomik yapımızın, gelir dağılımının nasıl bozulduğunu, ücretli ve dar gelirlilerin nasıl yoksullaştırıldığını, bazı sendikaların iktidarın arka bahçesi sarı sendika olduğunu, hazine arazilerinin nasıl peşkeş çekildiğini, yurttaşın vergilerinden oluşan devlet kaynaklarının nasıl dağıtıldığını ve bunun sonucunda cumhuriyet değerlerinden, adalet, demokrasi ve hukuk sisteminden nasıl yok edildiğini hep birlikte izliyoruz.

“KÜFÜR İLE BELKİ AMA ZULM İLE PAYİDAR OLMAZ MEMLEKET!”

 İktidar sahibinin her sözünün yasa olduğu ya da yasa yerine geçtiği, muhaliflerine parmak sallayıp yargı erkini baskılayarak keyfiyetine göre yönlendirmek istendiği bir durumda bir durumda demokrasiden bahsetmek mümkün müdür?

Selçuklu veziri Nizâmülmülk’ ün; ‘Küfür ile belki ama zulm ile payidar olmaz memleket.’ Sözüyle ifade etmek istediği gibi, adalet, zulmün olmaması halidir.

Devleti ve devletin kurumlarını zayıflatarak kısa vadede güçlü iktidar oluşturabilirsiniz ancak, uzun vadede o kurgulan bu yapı bunu kuranları silip süpürecektir.

 Prof. Dr. Duran BÜLBÜL



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları