Feridun Andaç

Öfkeni dindir ve yaz

13 Şubat 2024 Salı

Günün seyrindeyim günlerdir. Burada yağmurlar yağıyor dur duraksız. En çok portakal ağaçlarını seyretmeyi seviyorum böylesi anlarda. Karşımda Sandras Dağı. Hemen evimizin önünden başlıyor portakal ağaçları. Yıkanıyor yemyeşil yapraklar, turunca kesmiş portakallar. Taş yoldan dupduru yağmur suyu akıp duruyor...

Buranın gecesi de gündüzü gibi güzel.

İshakkuşunun sesini dinlemiştim geçen gün. Çıkıp sese doğru yürümüştüm göğün yıldızlarını seyrederek. Yakınlaştıkça uzaklaşan ses, tıpkı yıldızlar gibiydi bana. Gecenin kılavuzu. Işıltılı bir ses geceyi böler, güllük gülistanlık yapar her bir şeyi.

Burada seheri beklediğim günler de oluyor bazen. 

Kirden pastan arınmış bir dünyanın seyrine veriyorum o an kendimi. En çok da sığla ağaçlarının gölgesinden geçmeyi seviyorum. Gövdelerine dokunmayı, kokusunu içime çekmeyi. “Bir insanın yazma/düşünme florası buralardan beslenmeli” diyorum içimden.

Melih Cevdet Anday’ın dizelerini taşıyorum zihnimde seher aydınlığında yürürken:

Bir ağacın altından geçiyordum

Ne olduysa oldu bir anda

Ayrılıverdim kendi kendimden” 

Onun tınısı hiç dinmeyen sözlerine tutunuyorum böylesi gündoğuşlarında. Ötede, Tarık abinin (Tarık Dursun K.) sesi geliyor kulağıma sanki!

Sakin ol, dokunma! Göl hafif çalkantılı olacak...

GÖNLÜMDE BİR YERDE

Erdal Öz’ü okuyorum günlerdir. Okumak değil bu, kendisiyle sohbet bana! Onu ne çok özlediğimi anlıyorum.

Defterimde Kuş Sesleri’ni (Can Yayınları, 2023, s. 382) yayına hazırladığı günlerdeki heyecanını unutamıyorum. Onun buruk sevinçler yaşadığı anları bilirdim, çocuksulaşırdı. Gene de o tatlı  gülümseyişini eksik etmezdi yüzünden. Hınzırca bakar, “Hadi devam, hayat devam ediyor” derdi. Bir bulut geçerdi aramızdan, sonra, sevdiği bir metni okurdu. Bozkırda, atının yelesine tutunmuş bir koşucu gibi görürdüm onu nedense! Rüyalarıma da öyle girerdi. Sesi kulaklarımdan gitmezdi hiç. Okuduğu metin yayınevine gelen “dosya”lardan seçtiği ya da matbaaya göndereceği yeni bir yazarın yazdığı olurdu çoğunlukla.

Kitaplarını sıraladım. Bu yaz her birini okuyup yazacağım. Ayşe’nin (Sarısayın) kitabı bir kılavuz gibi bana. Arşivimdeki “Erdal Öz Dosyası”nı, fotoğraflarını çıkardım, masamda yer açtım. Bu dosyayı hazırlarken, “eksik”lerimi tamamlamak için birkaç klasör koymuştu önüme; “Federaller gibi çalışıyorsun” demiş; “Bizim ‘50 Kuşağı’nı sen yazacaksın” diye de eklemişti.

Gece, yağmurun sesine vererek kendimi Defterimde Kuş Sesleri’ni yarılamıştım.

Deniz Gezmiş’in hapishanede söyledikleri çıkmıştı karşıma:

Bizi sen yazacaksın. Bizim şu anda tek görgü tanığımız sensin. Boku bokuna asılıp gideceğiz. Yanımıza sokulan tek yazar sensin. Bizlerden sen sorumlusun reis.

O karar gününün sabahını hatırlıyorum şimdi. Lise öğrencisiyim. Milli güvenlik dersi öğretmeni albay, Mete’nin, Hüseyin’in, Bülent’in, benim olduğum bir grup öğrenciyi dersten atmıştı, “Vatan hainleri için yas mı tutuyorsunuz?” diyerek.

O yurtsever gençleri, ülkemizin aydınlık geleceğini kurmak isteyenleri kendi karanlıklarında yok etmek istediler hep.

Erdal Öz, bu sürüklenişin öyküsünü yazdı. Onun tanıklığında yurdumuz insanının gerçekliği vardır. “1950 Kuşağı”nı var eden koşullar “bağımsız Türkiye” gerçeğini de anlatır bize.

Karşıma çıkan, o genç insanların savunmalarından bir satırı seslice okuyorum şu yağmur karalığında:

Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemedik. Bu nedenle Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Bundan dolayı ölümden korkmuyoruz.

Bugün, anayasal düzeni yok eden bir siyasal zihniyetin adım adım nasıl palazlandırıldığının hikâyesini anlatıyor bize o yurtsever gençlerin tutsaklıkları. Ve idamla yargılanmaları...

ŞİİRSİZ, ÖYKÜSÜZ, ROMANSIZ OLMAZ!

Yurtseverlik sözle, sembollerle olacak şey değildir. Yurdunu tanımak, aidiyetini kimliğini var eden gerçekleri bilmekle başlar. Bağımsızlığın yurdunun her bir alanında değer üretmek bilinciyle başladığını görmekle gerçekleşebileceğine inanmak, düşüncesine bağlanmak olduğunu bize anlatan bir kuşaktan söz ediyorum: Okuyan, düşünen, sorgulayan, savunan bir kuşak. Yurdunun her bir toprağına, taşına, değerine sahip çıkan bir kuşak. Bu yolculuğun edebiyatsız, sanatsız olmayacağını da bilen...

Bugün geldiğimiz yere baktığımızda, vasatlık, çürüme, değersizleştirilme hayatın her alanını adeta pıtrak gibi sarmalamış durumda. Körlük, hele hele içkörlük bir salgın gibi ruhumuza sinmiş...

Geceye sözüm yok, ishakkuşunun nağmesine de. Arınma duygusu taşıyan yağmura da... Ama gene de öfkemi dindiremiyorum bütün bu suskunluk, hiçleştirilme karşısındaki körlüklere. Hele hele öteden o yaban sözü edenlere...

Ve belki de bunun için yazıyorum sevgili okurum.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Anlatısız toplum 19 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları