Feridun Andaç

Belleğin çağrısı

13 Ağustos 2024 Salı

Bellek zamanı her insanın düşselliğinin de sırlı dokusunu oluşturur. 

Luis Buñuel, anılarını yazmaya karar verdiğinde, annesinin belleğini giderek yitirmesinin etkisinden söz eder.

O başlama noktası çarpıcıdır. Sıklıkla söylediklerini hatırlarım, hatırlatırım da eşime dostuma:

“Tüm yaşamımızı şekillendirenin bu bellek olduğunu fark edebilmemiz için, çok az da olsa belliğimizi yitirmeye başlamış olmamız gerekir. Kendini ortaya koyamayan bir akıl nasıl tam anlamıyla akıl sayılmazsa, belleksiz bir yaşam da yaşam sayılmaz. Belleğimiz bizim uyumumuz, varlık nedenimiz, davranışlarımız ve duygularımızdır. Biz onsuz hiçiz...” (*)

Isabel Allende, Yüreğimdeki Ülkem (**)  anlatısını yazarken baskın gelen duygunun hasret olduğunu imler. Sıklıkla da uzak geçmişe döner, bir bakıma bellek yolculuğuna çıkar. Yazdıkları unutmamak için yazılanlardır.

Yazmak, ona göre “insanın içinde bulunduğu durumu ve yaşamın karmaşasını anlama, normal insanları tedirgin etmeyen, aykırı insanları huzursuz eden müzmin kaygıları açıklığa kavuşturma çabası”dır.

Yazar, hele kendini yazmaya soyunmuşsa; bir bakıma çıktığı bellek yolculuğunda tüm yolların kendisine nasıl çıkabildiğini de görüp anlamak/anlatmak zorundadır. Andığım kitabında bunu gerçekleştiriyordu Allende. Sürgündeki varoluşunu, yurduna özlemini dile getiriyordu. Her yerden uzakta bir ülkenin buruk öyküsüydü anlatılan. Bir o kadar da etkili, okurken kendi ülkenizi de yüreğinizde duyumsayabileceğiniz bir duyarlılıkta yazılmış öyküydü...

ÖTE KIYIDAKİ GERÇEKLİK 

Allende’nin pandemi döneminde kaleme aldığı Ruhumun Kadınları (***) anlatısını okurken bir yazarın kendine/yaşadığı dünyaya/ülkesinin gerçekliğine dönüşü birkaç açıdan ilgimi çekti.

Isabel Allende, popüler bir romancı. Latin Amerika edebiyatının gözde yazarlarından. Romanlarında hem ülkesinin yakın tarihini, hem de insanlığın günümüz dünyasındaki sorunlarını ele alması onu “popüler” kılan öğelerden.

Allende, bu kez, kendi kişisel tarihinden yola çıkarak kadın gerçekliğini, feminizmi anlatısına konu ediniyor.

Öncelikle yazarın, yazan kadın olarak kendi öyküsü, varoluşunun sorgusu size de ayna tutuyor. Kendini bir yerde konumlandırırken ister istemez yurduna, köklerine dönüyor.

İşte asıl sorgu da orada başlıyor.

Nereden gelip nereye (nasıl) gidiyoruz...

Her yazarın, düşünen insanın sorusu/sorgusu olmalı evet.

Onun feminizm bakışı ilginçtir. Kaderin Kızı romanı da asıl o “ilginç” öyküyü, Eliza Sommers’ı anlatır. Kahraman, öte yüzyıldan çıkıp gelir; öğretir, sarsalar, özgürleşebilmenin nasıl bir şey olduğunu da gösterir bize.

Şunu söyler bir yerde Allende:

“Peki benim kafamdaki feminizm nelerden mi oluşur? Benimki bacaklarımızın değil kulaklarımızın arasındakiyle ilgilidir. Düşünsel bir duruştur ve erkek otoritesine karşı isyandır. İnsan ilişkilerini anlamanın ve dünyaya bakmanın bir biçimidir, bir adalet arayışıdır, kadınların, geylerin, lezbiyenlerin, queer’lerin (LGBT), sistemin baskısı altında olan ve onlara katılmak isteyen herkesin kurtuluşu için verilen bir mücadeledir.”

Onda, susmayan bir dilin bakışı direnci vardır. Uyarıcıdır aynı zamanda. Her sözüyle yaşama sevincini de aşılar size. Taşıyıcı, yol/yön gösterici, hatırlatıcıdır aynı zamanda.

Allende, ülkesi Şili’nin, General Pinochet’nin  diktatörlüğüyle yaşadığı siyasi/toplumsal/ekonomik açmazı anlatırken toplumun bugün sürüklendiği yerin adeta Türkiye benzeri bir durumu yansıtıyor.

Toplumsal sınıflardaki çözülme, neoliberal ekonomi modeliyle yaşatılan çöküntü/yozlaşma, gizli yoksulluk/işsizlik... Artan şiddet, korku, güvensizlik... Gelinen yer: Vandalizm.

Kitleler üzerinde estirilen korku... Yaratılan bu şiddet ikliminde kabullenilmiş çaresizliğin adeta bir “ideoloji” gibi topluma “enjekte” edilmesi...

Allende, kendi kişisel öyküsünü kurarken annesi Panchita, genç yaşta yitirdiği kızı Paula ona ilkin ilham veren kadınlardır. Ve elbette kendi kadınlığının hikâyesi... 

Kurduğu Isabel Allende Vakfı ise zor durumdaki kadınlara el veren, destekleyen, onların varoluşlarına katkıda bulunan bir amaca dönük çalışmalar içindedir. Dışlanan, saldırıya uğrayan, şiddet gören, taciz edilen kadınlar...

Kendi deyimiyle, “ataerki” toplumdan gelen bir kadının kendini var etme öyküsünün penceresinden bakar bu dünyaya. İçindeki “savaşçı ruh” onun hayatının amacını/yolunu/yordamını belirler.

Yazmak onu bir yerlere taşırken edindiği birikimler de ona rehberlik eder. Bir yanda süreduran kendi öyküsü, ötede ise kadınların, göçmenlerin, sığınmacıların yaşadıkları...

En son, Kış Ortasında romanında da bu konuları ele almıştı. Ama bu kez feneri kendi öyküsüne tutuyor Allende. Sesini çoğaltarak yazıyor kadınlık öyküsünü, kadınlarla süren yolculuğunu... Dünyanın bu yeni halindeki şiddetin, baskının, savrulmanın, ezincin insanlığa/kadınlara neler yaptığını anlatırken kendi öyküsünde filizlenen umudu da taşıyor bizlere.

(*) Son Nefesim, Luis Buñuel; Çev.: İlkay Kurdak, 2004, İmge Yay., 363 s.

(**) Yüreğimdeki Ülkem, Isabel Allende; Çev.: İnci Kut, 2004, Can Yay., 194 s.

(***) Ruhumun Kadınları, Isabel Allende; Çev.: İnci Kut, 2024, Can Yay., 190 s.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları