Ergin Yıldızoğlu
Ergin Yıldızoğlu ergin.yildizoglu@gmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

Uzun Dönemli Dengelerde Bazı Gelişmeler…

27 Ekim 2014 Pazartesi

Kapitalizm krizde kendini yeniden düzenler. Bu kez de öyle oluyor. Batı’nın sırasıyla İngiltere, ABD hegemonyaları altında şekillenen 150 yıllık egemenliğine dayalı dengelerde Çin’in yükselmesine bağlı olarak önemli gelişmeler yaşanıyor.
The National Interest’de, 1992’de yayımlanan “The West and the Rest” başlıklı makalesiyle, Asya’nın yükselme döneminin başladığını vurgulayarak uluslararası alanda üne kavuşan Singapurlu diplomat, akademisyen Kishore Mahbubani, geçen hafta aynı dergiye verdiği bir demeçte “Çin ekonomisi bir numara olacak, bunun gerçekleşmesini engellemek için yapabileceğiniz hiçbir şey yok” diyordu.
Çin Başbakanı Li Keqiang’ın Almanya, Rusya ve İtalya ziyareti vesilesiyle, bu tartışmalar daha da yoğunlaştı. Financial Times da bu ayın başından bu yana “İpek Yolu” başlığı altında, Çin’in ekonomik büyüme potansiyellerini, dünya ekonomisi üzerindeki etkilerini, Avrupa ile ilişkilerini araştıran denemeler yayımlıyor.
Bu tartışmaları iki başlık altında toplamak olanaklı. Çin ekonomisinin sergilediği yüksek büyüme hızının geleceği. Çin’in dünya ekonomisinde, politikasında artan etkisi.

Benzersiz bir büyüme performansı...
Ekonomi tarihçisi Angus Maddison’un hesaplamalarına göre Çin, 1870 yılında dünyanın en büyük ekonomisiydi. Bu yılın başında yayımlanan, satın alma gücü paritesi üzerinden yapılmış bir hesaplama, Çin’in ABD’yi, kıl payı da olsa geçerek en büyük ekonomi konumuna geri döndüğünü gösteriyordu.
Çin bu noktaya, 1980- 2013 arası dönemde, yılda ortalama yüzde 9.8 büyüme hızıyla ulaştı. Aynı dönemde, ABD ekonomisinin ortalama büyüme hızı yüzde 2.7 düzeyinde gerçekleşti. Genel kanaat, Çin ekonomisinin büyüme hızının azalmaya başlamış olmakla birlikte yüzde 6-7.5 arasında kalacağı yönünde; ancak, dünya ekonomisinin tarihsel ortalaması olan yüzde 3-4 arası bir düzeye gerileyebileceğini düşünenler de var. Çin ile ABD’nin büyüme hızları arasındaki farkın açılmaya devam edeceği kolaylıkla söylenebilir. Ancak bu projeksiyonların önemli bir zaafı var.
Bir kapitalist ekonomide büyüme, önünde sonunda kendi sınırlarına, kârlı yatırımların azalması, talebin yetersizliği olarak özetleyebileceğimiz engellere takılır. O zaman sermayenin, yeni teknolojileri devreye sokmaya, işçi sınıfı üzerinde baskıları arttırmaya çalışmanın yanı sıra bulunduğu coğrafyadan dışarı gitmeye, yeni “avlanma alanları” aramaya başladığını görüyor, böylece de ekonomik büyüme tartışmasından, uluslararası rekabet, emperyalizm gibi konulara geçiyoruz.. Yeni “avlanma alanlarının” açılması, uluslararası rekabetin basıncıyla zorlaştıkça, devreye, kredi enstrümanları, spekülatif finansal hareketler, kısacası finansallaşma girmeye başlar.
Bu dinamikleri Çin’in 1970’lerin sonunda başlayan piyasa kapitalizmine geçme sürecinde de görmek olanaklı. Bu süreçte sermaye birikimi ilk önce az sayıda kıyı kentinde yoğunlaştı. Bu yoğunlaşmayı, ucuz işgücüyle üretilen malların ihracatı, ülkenin batısının piyasa ilişkilerine açılması izledi. Bu açılma süreci aynı anda hızlı bir kentleşmeyi, inşaat dalgası, bu dalgayı finanse eden kredilerin artması izledi.
2007 mali krizi, dış piyasaları daraltarak Çin üzerine, hem ihracatını hem de ekonomik büyüme kapasitesini olumsuz etki yapan basınçlar getirdi. Çin de uluslararası ticaret fazlasından kaynaklanan 3-4 trilyon dolar rezervlerini ihracatı, dış yatırımları desteklemek, enerji, hammadde kaynaklarına ulaşmak için kullanmaya başladı.
Çin, son dönemde, ülke içinde belirginleşen talep yetersizliği, aşırı yatırım (birikim) sorunlarını daha çok hissederek ihracata, dış yatırıma (sermaye ihracına), özellikle de finansallaşmaya daha çok önem veriyor. Ne ki Çin’in finansallaşma eğilimi, ABD ve Avrupa merkezli finansallaşmaya, bu finansallaşmanın IMF, Dünya Bankası gibi kurumlarının kurallarına takılıyor.

Pazar, banka ve jeopolitik
Geçen hafta AFP’de, bir yorumda, ABD’nin dış piyasalarda Çin’le rekabet etmekte zorlanmaya başladığı anlatılıyordu. ABD’nin dev şirketlerinin ihracatlarını desteklemek için 1934’te kurduğu ExIm Bankası bugüne kadar 590 milyar dolar kredi dağıtmış. Çin’in kurduğu ExIm bankın son iki yılda verdiği kredi 670 milyar doları geçiyor. ABD ExIm Bankası direktörü, Financial Times yazarına, “Bununla rekabet etmek olanaklı değil... Hangi şirket dünyanın ikinci büyük ekonomisinin devletiyle rekabet edebilir” diyor. Çin, ihracatını bu kredilerle destekliyor. Bu sırada Çin’in dış yatırımları (şirket edinme, birleşme, yeşil saha yatırımı...), diğer bir deyişle sermaye ihracı baş döndürücü bir hızla, 2002’de 2.7 milyar dolardan, 2013’te 108 milyara yükselerek 40 kat artıyor. Çin’in bu yıl 130 milyar dolarlık sermaye ihracıyla, ilk kez net sermaye ihracatçısı ülke konumuna yükselmesi bekleniyor.
Çin’in finansallaşma sürecinde, IMF, Dünya Bankası düzeninden, doların etkisinden kurtulabilmek için yeni bankalara gereksinimi var. Burada da karşımıza, Hindistan, Malezya, Singapur, Tayland, Filipinler, Umman gibi ülkelerin yanı sıra tarihi “İpek Yolu ülkelerinin” de katılımıyla, ABD ve Avrupa’nın tüm engelleme çabalarına karşın, kurulan Asya Altyapı Yatırımları Bankası ve Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın birlikte kurduğu BRICS Bankası çıkıyor. İkinci adım da Çin parası Yuan’ın kullanım alanını genişletmek amacıyla ticaret yaptığı ülkelerle, dolar yerine yerel parayı ve Yuan’ı kullanmaya olanak veren anlaşmalar yapıyor.
En son mali kriz ve “depresyon”, Çin başbakanının son Avrupa ziyaretinin de gösterdiği gibi, başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleriyle daha sıkı ve derin ekonomik, hatta siyasi ilişkiler kurma konusunda yeni olanaklar getirmişe benziyor.
Almanya ekonomisi ihracata bağımlı. Rusya ekonomisi halen Batı’nın yaptırımları altında. İspanya, Portekiz, İtalya, Yunanistan, yeni mali kaynağa muhtaç. Bu koşullarda Çin kendini bu ülkeler karşısında avantajlı durumda buluyor; Avrupa ülkelerinde özellikle Almanya’da şirket satın alma, piyasa erişimi karşılığından teknoloji transfer etme olanakları elde ediyor. Bu ortamda Çin, Rusya’yla da uygun koşullarda, uzun dönemli enerji anlaşmaları yapmanın yanı sıra, bu ülkeye sermaye ihraç etme, şirket edinme fırsatı elde ediyor. Almanya’nın Ukrayna konusunda Rusya’yı ikna etmesi için Çin’den yardım istemesi, bu üç ülke arasında, var olan “düzenin” sınırlarına sığmayan bir jeopolitik ilişkiler ağı oluşmasına yol açıyor. Çin kapitalizmi kendi kriz eğilimlerini yönetmeye çalışırken uluslararası düzeni de değişmeye zorluyor.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları